Londra’nın eski belediye başkanı Boris Johnson’ın Birleşik Krallık’ın Dışişleri Bakanı olarak atanması, yeni Başbakan Theresa May’e yönelik ilgiyi bile gölgede bıraktı.
Başbakan David Cameron Brexit referandumunun sonuçları açıklanır açıklanmaz istifa etmişti. İktidar partisindeki liderlik yarışı oldukça kısa bir sürede tamamlandı ve İçişleri Bakanı Theresa May, başbakanlık koltuğuna 13 Temmuz Çarşamba günü oturdu.
Kraliçe II. Elizabeth tarafından Büyük Britanya’nın 76. Başbakanı olarak atanan May, ülke tarihindeki ikinci kadın başbakan ve tıpkı Margaret Thatcher gibi Muhafazakar Parti’den.
May’ın yeni hükümeti oluştururken Dışişleri Bakanı olarak Johnson’ı ataması, yeni bakanın geçmişte yaptığı garip çıkışlar ve sarfettiği sözler öne çıkarılarak genellikle olumsuz değerlendirildi. Muhafazakar Parti’deki liderlik yarışı sırasında May’i desteklememiş olan Johnson’ın bu önemli göreve getirilmesi de ilginç bulundu.
Aslında yeni hükümetin önündeki en önemli mesele, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılma sürecini yönetmek. Bu arada Britanya’nın bütünlüğünü korumaya, diğer bir deyişle, İskoçya’nın yeni bir bağımsızlık referandumu düzenlemesinin de önüne geçilmeye çalışılacak.
Yeni hükümet, AB’den çıkış prosedürünü hemen başlatmak istemiyor. Başbakan May, Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesini ancak 2016 sonunda işleteceğini duyurdu. Buna Berlin ve Paris’in pek sevinmediğini söylemek gerek. Onlar, “ne olacaksa bir an önce olsun” havasında.
Çıkış prosedürünün yaklaşık iki yıl süreceğini hesaba katarsak; Britanya 2019’a kadar süreci uzatmanın hesabını yapıyor diyebiliriz.
Yeni Britanya hükümetinin en önemli dış politika dosyası AB’den çıkmak olduğuna göre, esas yük Johnson’ın değil, Brexit’ten sorumlu bakan David Davis’in omuzlarında olacak.
Peki bu durumda Boris Johnson tam olarak ne iş yapacak?
Her şeyden önce Avrupa Birliği üyeleriyle ikili ilişkileri güçlendirmesi gerekiyor. Ne de olsa AB’den çıktığında Britanya’nın AB’nin diplomatik kanallarını kullanması mümkün olmayacak. Dışişleri Bakanlığı yetkilileri daha şimdiden diplomatik temsilcilik sayısının ve bakanlık bütçesinin arttırılmasını talep ediyor.
Londra NATO gibi uluslararası örgütlerdeki rolüne bundan böyle daha fazla önem verecek. Büyük Britanya’nın küresel operasyon kabiliyetine sahip bir nükleer güç olduğunu herhalde hatırlatmaya gerek yok. NATO’nun Varşova Zirvesi’nde de görüldü ki, Doğu Avrupa’ya ilave birlik yollamaya en hevesli NATO üyesi Britanya.
Ayrıca, 14 Temmuz akşamı Fransa’nın Nice kentinde yaşanan trajedinin bir kez daha gösterdiği gibi, Batı dünyasının radikal islamcı terörle sınavı henüz bitmedi. Dolayısıyla Birleşik Krallık ve AB üyeleri arasındaki güvenlik işbirliği kaçınılmaz olarak devam edecek. Britanya bu alandaki yeteneklerini önemli bir pazarlık kozuna çevirebilir.
Birleşik Krallık uluslararası plandaki ağırlığını sürdürmek için BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olma avantajını kullanmaya da devam edecek. Londra’nın BM bünyesinde Libya, Somali, Yemen, Darfur ve Kıbrıs dosyalarıyla yakından ilgilendiği biliniyor. Brexit tamamlandığında Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden sadece biri AB üyesi olacak, o da Fransa.
Dolayısıyla NATO ve BM düşünüldüğünde asıl kaybedenin AB olduğu bile söylenebilir.
Birleşik Krallık AB’den çıkma kararının içe kapanma anlamına gelmediğini her yöntemle göstermeye çalışacak. Bu çerçevede, Commonwealth örgütü içindeki rolünü de yabana atmamak lazım.
Bakalım Britanya’nın geleneksel rakipleri tüm bunlara nasıl tepki gösterecek? Belki de Brexit referandumu sonucuna biraz erken sevinmişlerdir.
(17 Temmuz 2016)