ABD’nin Diğer “Yasaklıları”

ekran-resmi-2017-02-17-17-41-20ABD Başkanı Donald J. Trump dünya çapında tepki çeken ve ABD’de mahkemeler tarafından askıya alınan “seyahat yasağı” kararıyla ilgili tavrını açıkladı. Trump, yedi Müslüman çoğunluklu ülke vatandaşını ilgilendiren kararnameyi geri çekeceğini ve önümüzdeki hafta bu kez yargıya takılmayacak şekilde formüle edilmiş yeni bir kararname yayınlayacağını söyledi. Yani seyahat yasağının bir şekilde mutlaka devam etmesinden yana.

Elbette Trump‘ın kararını haklı kılmaz ama, ABD tarihinde benzer yasaklamaların farklı farklı gruplar aleyhinde uygulandığı da bir gerçek. Kısaca, “Muslim Ban” yeni bir fikir değil, daha önceki benzer uygulamaların hedef değiştirmiş hali.

Bu kapsamdaki ilk örnek 19. yüzyıla dayanıyor: 6 Mayıs 1882’de Başkan Chester A. Arthur, Çinlilerin ülkeye girmesini yasaklayan bir karara imza attı. O tarihlerde ucuz iş gücü olarak değerlendirilen Çinliler ABD’ye, özellikle de California’ya, akın etmeye başlamışlar, özellikle maden ve demiryolu inşaatlarında iş bulmuşlardı. Ancak “Batı’nın fethi” yavaşlayıp işsizlik baş gösterince günah keçisine dönüşen de onlar oldu.

ekran-resmi-2017-02-17-16-47-42
1880’lerde ABD’deki Çinlilerin sayısı 100 bini aşmıştı

Kongre’nin kabul ettiği bir kanunla Çinlilerin ülkeye girmesi yasaklandı, hâlihazırda ülkede bulunanların kendilerini derhal resmi makamlara kaydettirmeleri zorunlu kılındı. Ayrıca, hiçbir Çinlinin ABD vatandaşı olamayacağı da ilan edildi. 

1892 yılında Japonlar da söz konusu “Chinese Exclusion Act” kapsamına alındı ve kendini kaydettirmeyen Çinli ve Japonların sınır dışı edileceği de kanuna eklendi.  Bu yasak uzun bir süre uygulandıktan sonra, 1943 yılında yürürlükten kaldırıldı. Çan Kay Şek liderliğindeki Çin’in Japonya’ya karşı savaştığı İkinci Dünya Savaşı şartlarında Roosevelt yönetimi Çinlilere bir jest yapma ihtiyacı duymuş olmalı.

ABD hapşırırsa… ABD’nin Çinlilere getirdiği yasağın aynısı, biraz gecikmeli de olsa Kanada’da da hayata geçirdi: 1923-1947 arasında Çinlilerin Kanada’ya girmeleri yasaktı.

1930’ların Avrupası savaşa doğru sürüklenirken, Almanya’nın antisemit politikaları ülkedeki pek çok Yahudiye göç etmek dışında bir seçenek bırakmıyordu. Ancak ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, Almanya’dan gelecek göçmenler arasına Nazi ajanlarının karışarak ülkeye sızmalarından endişe ediyordu. Bunun üzerine ABD yönetimi öncelikle Almanya ve Avusturya’dan kabul edilecek göçmen sayısını yılda 26 bin kişiyle sınırladı. Öte yandan prosedürler o kadar zorlaştırıldı ki, her yıl bu kotanın yüzde 25’i bile dolmadı. Roosevelt yönetiminin Yahudi mültecilere ülkenin kapılarını tam olarak açması için 1944’ü beklemek gerekti.

1939 yılında 908 Avrupalı Yahudiyi taşıyan Alman bandıralı Saint Louis gemisi, Atlantik’in öte yakasına zar zor ulaşabilmişti. Ancak önce Küba, ardından ABD ve Kanada, kendi limanlarına yanaşmak isteyen bu gemiyi geri çevirdi. Çaresiz kalan gemi, geldiği yer olan Hamburg’a dönmek zorunda kaldı. Yolcuların akıbetini tahmin etmek zor değil.

İstanbul açıklarında benzer bir drama sahne olan Struma gemisini hatırlamamak da.

ABD tarihindeki giriş yasakları sadece etnik ya da dinî temele dayanmıyor. Örneğin 1903 yılında “anarşist akımlara mensup olduğu tahmin edilen kişilerin” ülkeye girmeleri yasaklanmıştı. Yasağın gerekçesi, 1901 yılında ABD Başkanı William McKinley‘in ailesi Polonya göçmeni olan bir anarşist tarafından öldürülmüş olmasıydı. Kanuna göre halen ülkede bulunan anarşistler de sınır dışı edilebilecekti.

Benzer bir yasa da, “Red Scare“‘in doruğuna ulaştığı bir dönemde, 1950 yılında kabul edildi. 1990’ların başında yürürlükten kaldırılan yasaya göre, komünist olduğundan şüphelenilen kişilerin ülkeye girişleri engellenebiliyordu. Ayrıca, geldikleri ülkede Komünist Parti üyesi olan kişilerin ABD vatandaşlığına geçmeleri de yasaklanmıştı.

1979-1981 yılları arasındaki Tahran rehine krizinin başlarında da ABD yönetimi İran vatandaşlarına vize vermeyi durdurmuştu. Ancak bu yasak çok uzun sürmedi ve zamanla gevşetildi.

1987 yılında ise, Cumhuriyetçi Ronald Reagan yönetimi bambaşka bir ayrımcılığa kapı açtı. Kabul edilen kanunla, HIV pozitif bireylerin ABD’ye girişleri yasaklandı. Daha ilk günden itibaren protestolarla karşılaşmış olsa da, yasa uzun bir süre yürürlükte kaldı ve ancak 2009 yılında Barack Obama tarafından kaldırıldı.

Bakalım Trump yeni “Muslim Ban” kararnamesini ne kadar süre yürürlükte tutmayı başaracak?


Ukrayna : Avrupa’nın Unutulmuş Savaşı

ekran-resmi-2017-02-15-13-14-51
Kırım’da bir afiş (Foto: Reuters)

ABD Başkanı Donald Trump‘ın ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn, Rus yetkililerle yaptığı bir takım görüşmelerin ortaya çıkması üzerinde görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Görüşmeler, ABD’nin Rusya’ya uygulamakta olduğu yaptırımlarla ilgiliydi. Bu vesileyle ABD’nin Rusya’ya halen bir takım ekonomik ve siyasi yaptırımlar uygulamakta olduğu, bunların da nedeninin Ukrayna‘da devam eden kriz olduğunu tüm dünya hatırlamış oldu.

Aslında Ukrayna’da çatışmalar 2014 yılından beri devam ediyor ve şimdiye kadar da en az 10 bin kişi hayatını kaybetti. Yaralananlar ya da evini barkını terk etmek zorunda kalanlar da cabası. Kısacası, manşetlerde kendine yer bulamasa da, Avrupa’nın ortasında gayet ciddi bir savaş devam ediyor.

Kriz Rusya’ya yakın devlet başkanı Viktor Yanukoviç‘in 2014’ün Şubat ayında sokağın baskısı altında istifa etmesiyle başlamış, ardından Rusların etnik çoğunluğu oluşturduğu stratejik önemdeki Kırım yarımadası bağımsızlık ilan edip Rusya’ya katılmıştı. (O günlerde Habertürk’ten Elif Key ile bu konuları konuşmuştuk : haberturk.com/…/924007-ukraynada-maidanin-otesi )

O arada, Ukrayna’nın doğusunda gene etnik Rusların yoğun olarak yaşadığı Donbass bölgesinde de Rusya’nın desteklediği milisler ve Ukrayna ordusu arasında çatışmalar çıkmıştı. Donetsk ve Luhansk’ta denetimi ele geçiren milisler, buralarda Novorossiya isimli bir de cumhuriyet ilan etmişlerdi.

Elbette Vladimir Putin bu milislerin arkasında Rusya desteği olduğunu şiddetle reddediyor, Kırım’ın ise özgür bir referandum sonucu kendi kaderini tayin ettiğini savunuyor. Batı dünyası ise ne Kırım’ın Rusya’ya ilhakını tanımış durumda, ne de Rusya’nın Ukrayna’daki çatışmalarda parmağı olmadığı iddiasını kabul ediyor.

Ukrayna’nın doğusundaki çatışmalarla ilgili olarak ve “Minsk Süreci” kapsamında son iki yılda Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık’ın arabuluculuk sağladığı birkaç ateşkes ilan edildi. Hatta son olarak 23 Aralık 2016‘da da ateşkes ilan edilmişti. Ancak Ocak ayından bu yana çatışmalar giderek kızışıyor. Alışıldığı üzere, ateşkesin ihlalinden Ukrayna hükümeti Rus milisleri ve Rusya’yı, Rus milisler ise Ukrayna yönetimini suçluyor.

Son olarak Şubat başında Donetsk‘teki Rus milisler, bu şehre 10 km uzaklıktaki Avdiivka‘da Ukrayna kuvvetlerini bir hayli zorladılar. Kiev yönetimi Avdiivka‘da halkın zor durumda olduğunu; gıda, içme suyu ve ısınma sorununun baş gösterdiğini iddia ediyor.

ekran-resmi-2017-02-15-14-02-30Rusya yönetimi çatışmaların yeniden başlamasını “Ukrayna’nın dikkat çekme çabası” olarak yorumluyor. Putin, geçtiğimiz haftalarda Macaristan’a yaptığı ziyaretinde, “Trump’ı Ukrayna konusunda karar vermeye zorluyorlar” diyerek yine Kiev yönetimini suçlamıştı.

Her ne kadar Trump yönetimi şimdilik Rusya iyi geçinme yanlısı olsa da, Cumhuriyetçi Parti’nin önemli isimlerinden John McCain geçtiğimiz günlerde Trump’ı Rusya konusunda uyaran bir mektup yazdı. reuters.com/…/us-usa-trump-ukraine-idUSKBN15H230 McCain mektubunda Trump’ı Ukrayna’ya yardım etmeye çağırdı ve Putin’in Trump’ı bu konuda test ettiğini iddia etti. McCain’e göre Trump yönetimi bir an önce Ukrayna konusunda bir karara varmalı ve Rusya’ya aşmaması gereken sınırları hatırlatmalı.

Ukrayna yönetimi, Obama zamanında ABD’nin desteğine emin olabiliyordu, ancak Trump’ın Rusya’yla bir uzlaşmaya varma uğruna Ukrayna’yı “boşverme” ihtimali onları endişelendirmiyor değil. 

Öte yandan yeni yönetimin Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Kırım konusunda “Ukraynalıları silahlandırmalıydık” diyen bir isim. ABD’nin BM nezdindeki büyükelçisi Nikki Haley de BM Güvenlik Konseyi’nde 2 Şubat’ta yaptığı bir açıklamada, “Rusya Kırım’dan çekilene kadar yaptırımlar devam edecek” diye hatırlattı. Bu açıklamalar hakkında Trump ne düşünüyor, orası henüz belli değil.

Bulgaristan ve Moldova’da Rusya’ya yakın isimler cumhurbaşkanı seçilir, Macaristan Rusya ile yakınlaşmasını sürdürür, Romanya’da ise hükümet zor anlar yaşarken, Ukrayna’da olup bitenler de ABD-Rusya arasında yeniden kurgulanan denklemi elbette yakından ilgilendiriyor.

Ülkesinde önemli bir Ukrayna diasporası bulunan Kanada’nın Başbakanı Justin Trudeau 13 Şubat’ta Beyaz Saray’daydı ve gerçekleştirdiği ziyarette bu konunun gündeme gelmesi de bekleniyordu. Ama basın açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla öyle olmadı. Belki Trump Ukrayna’yı çoktan boşvermiştir.

Sevgililer Günü ve Uluslararası İlişkiler

keep-calm-and-study-international-relations-48

Romalı Rahip Valentin’in kellesi gitmiş, tasası bize mi düşmüş dememeli. Sonuçta 14 Şubat’ta kutlanan yortusu, Batı dünyasının sekülerleşme sürecinde Sevgililer Günü’ne dönüşmüş ve dinî içeriğinden tamamen kopmuş. “İyi de Sevgililer Günü’yle uluslararası ilişkilerin ne alakası var?” diye sorulabilir. Stephen Walt’ın Foreign Policy dergisindeki bir makalesinden yola çıkarak, uluslararası ilişkiler disiplinindeki kavramların bu konuda son derece zengin olduğunu söylemek mümkün.

Her romantik ilişki son tahlilde bir ittifak ilişkisi değil midir? İttifak da, uluslararası ilişkilerdeki temel kavramlarından biri. Her türden ittifak ilişkisi, ortak çıkar ve beklentiler üzerine inşa edilir. Biriyle müttefik olmak için de çok sayıda gerekçe öne sürülebilir. İttifak ilişkisine girenler, kendi hareket alanlarının ister istemez sınırlandığının farkındadır. Demek ki ittifak kurmanın ve bunu devam ettirmenin bu kısıtlamaya değdiği düşünülür.

İttifak ilişkileri gevşek bir bağ şeklinde oluşabileceği gibi, evlilik gibi sıkı bir kurumsal çerçeve içinde de ele alınabilir, hatta kurumsallaşmış ittifaklar daha etkili ve kalıcıdır. Kurumsallaşmış ittifakların en önemli faydası, bu ittifak ilişkisini dünya âlemin dikkate almasını sağlamaktır.

Başlangıçta niyet o olsa da, ittifaklar ebediyen devam eder diye bir kural yoktur. Çıkarlar farklılaştığında, öncelikler değiştiğinde ya da bir tarafın istediği şeyleri diğeri artık istememeye başladığında, ne kadar kurumsallaşmış olursa olsun ittifaka son vermek en mantıklı yoldur. Boşanmaya izin vermeyen Katolik Kilisesi bile, zamanla “evliliğin iptali” uygulamasını geliştirmek zorunda kalmıştır.

İkili bir ilişkiye üçüncü ve daha fazla tarafın – mesela yakın akraba ya da arkadaşların- eşit bir tarafmış gibi dâhil olmaya çalışmaları genellikle olumlu sonuçlar vermez ve ilişkide çalkantılara sebep olur. Uluslararası ilişkilerde de iki kutuplu sistemin daha istikrarlı olduğu kanaati yaygındır.

Uluslararası İlişkiler teorisi, bizleri güçler dengesindeki değişimlere karşı da uyarır. Bir ilişkideki taraflardan birinin statü ya da imkânlarının birden bire artması ya da azalması bazı gerginliklere, sürtüşmelere yol açabilir. Taraflardan birinin beklentileri ya da elde edebileceğini düşündüğü şeyler değişmiştir çünkü. Şartlar önemli ölçüde değiştikten sonra bir ilişkiyi eskisi gibi devam ettirmek o kadar da kolay olmaz.     

Her ilişkide inişli çıkışlı anlar vardır; hatta bazen taraflar ilişkiyi devam ettirmeyi arzulasa da, birbirinin tam olarak ne istediğini ya da neden belli bir şekilde davrandığını her zaman çözemeyebilir. Ne de olsa algılar, zaman zaman gerçekliğin önüne geçer. Karşısındakinin niyetini doğru okuyamama ya da ona bir takım niyetler atfetme, bir ilişkiyi içinden çıkılmaz gerginliklere sürükleyebilir. Hatta sırf bu yüzden önemsiz bir sorunun dahi tırmanması ve kontrolden çıkması mümkündür.

Tırmanmayı önlemek için, bir takım yatıştırma yöntemleri kullanılabilir. Bu kavramın siyasi tarihte kötü bir şöhreti vardır, ama işe yararsa bir ilişkiyi devam ettirmenin anahtarına da dönüşebilir. Güven arttırıcı önlemlerin, bu bağlamda büyük katkısı olabilir.

Müttefikler arasında işler yeterince iyi gidiyorsa ellerindeki kaynakları birleştirip ittifak ağını genişletmeyi – mesela çocuk sahibi olmayı – düşleyebilirler. Eğer çocuk yetiştirmeye karar verirlerse, uluslararası ilişkiler bu alanda da pek çok işe yarar kavrama sahip: caydırıcılık, zorlayıcı tedbirler, salam taktiği…

Elbette bütün bunlar yaşanırken “ittifakın” tadını çıkarmayı da ihmal etmemek gerekir, ne de olsa teori her zaman pratiğe uymuyor.