Belçika’nın 3,5 milyon nüfuslu ve Fransızca konuşulan Valonya bölgesi, 505 milyon Avrupalı ve 36 milyon Kanadalı’nın hayatını etkileyecek olan CETA’yı (Comprehensive Economic and Trade Agreement) yani “Kapsamlı Ekonomi ve Ticaret Anlaşması”nı iki haftadan uzun bir süre bloke etmeyi başardı. Kısa bir süre için dahi olsa, Valon vetosu adeta küresel ekonominin gelişimine büyük bir darbe vurmuş gibi bir algı da yaratıldı.
Tüm Avrupa Birliği üyelerinin ayrı ayrı onaylaması gereken anlaşma, haliyle Belçika’nın da onayını gerektiriyordu. Ancak bir federasyon olan Belçika Krallığı’nın bir uluslararası anlaşmayı onaylaması için, kendisini oluşturan tüm bölgelerin de anlaşmayı ayrı ayrı onaylaması gerekiyor. Valon Bölgesi’nin parlamentosu tam da bu aşamada sahneye çıktı ve CETA’nın bazı düzenlemelerini gerekçe göstererek anlaşmayı onaylamayı reddetti.
Özünde Belçika’nın karmaşık anayasal yapısından kaynaklanan bu engelleme, sadece Valonların değil, Avrupalıların (ve hatta Kanadalıların) bir kısmının genel geçer doğrular olarak savunulagelen ekonomik ve ticari söylemleri tekrar sorgulamalarına ve şüphelerini ifade etmelerine imkan vermiş oldu.
Müzakere edildiği yedi yıl boyunca konunun uzmanları dışında hemen hemen kimsenin bırakalım içeriğini, adını bile duymadığı bu anlaşma, Valonlar sayesinde en azından ana haber bültenlerinin önemli bir maddesi haline geldi. “Böyle bir anlaşma mı varmış?” diye şaşıran geniş kesimler, bu serbest ticaret anlaşmasının kendi hayatlarını tam olarak nasıl etkileyeceğini araştırmaya koyuldular.
Kısacası Valonya, kendi boyutlarından çok daha büyük bir işe kalkışmış oldu. Bölgenin sosyalist başkanı Paul Magnette’in görüşlerine ya da gerekçelerine katılıp katılmamak ayrı bir konu ama, en azından “küresel ekonomik düzenin kurallarına dair şeffaflık” talebinin bu sayede biraz daha duyulmuş olduğunu söylemek lazım.
Her ne olursa olsun, sırf taraflardan biri zorluk çıkardı diye oyunun kurallarını sorgulamak, eşitlik ilkesini ayaklar altına alıp “önemli ve önemsiz halklar” sınıflandırmasına girişmek, Brexit ve mülteci krizi nedeniyle zaten büyük bir varoluşsal kriz geçiren AB için çok da hayra alamet değil.
Zaten Paul Magnette de son haftalardaki söylemini hep Valonya’nın ya da Belçika’nın diğer hiç kimseden daha değersiz olmadığı fikri üzerine inşa etti. Ona göre, eğer CETA daha açık, içeriği tartışılan, insanları muhtemel kayıplardan ve kazançlardan haberdar eden bir müzakere süreciyle kotarılmış olsaydı, böylesi bir kriz hiç yaşanmayacaktı.
CETA benzeri serbest ticaret anlaşmalarının kamuoyunun nispeten dikkatini çekmeden görüşüldüğü ve detaylar hakkında pek bilgi verilmediği biliniyor. Zaten Magnette de, “eğer CETA çiftçiler için, KOBİ’ler için, kamu sektörü için bu kadar yararlıysa, neden müzakereler gizli kapaklı yürütüldü?” diye sorarak bu duruma işaret ediyordu.
Ancak CETA krizi nispeten çabuk bir biçimde çözüme kavuştu.
Kanada Başbakanı Justin Trudeau, imza töreni için planladığı Brüksel gezisini tam iptal etmişti ki, 27 Ekim Perşembe günü Belçika Başbakanı Charles Michel, Valon bölgesiyle bir uzlaşmaya varıldığını, dolayısıyla Belçika’nın CETA’yı imzalayacak durumda olduğunu ilan etti. Anlaşılan Valonya hükümeti, Belçika hükümetinden tarım ihracatı ve tahkim konusunda istediği garantileri almış durumda.
Paul Magnette, uzlaşmanın duyurulmasının ardından, “Diğer Avrupalıları ve Kanadalı dostlarımızı beklettiğimiz için üzgünüz” diye özür dilemeyi ihmal etmedi, ancak “yurttaşlarımızı koruyabilmek için bir takım ilkelerden taviz vermemek gerekiyor” demekten de geri durmadı.
Batılı demokratik rejimler söz konusu olduğunda, son yıllarda sık duyulan bir tartışma var. Geniş toplum kesimleriyle siyasetçiler arasındaki kopuştan, bu yüzden de popülizmin yükselişinden bol bol söz ediliyor. Böylesi bir dönemde, tüm yükü Valonların sırtına yüklememek daha iyi olabilirdi.