Daha Libya Var

Libya’da yoğunlaşan çatışmalar, IŞİD’i bu ülkede de zor duruma düşürdü. Örgütün Afrika’da bundan sonra yapacakları ise hem kıtanın kendisi hem de Avrupa için önemli bir tehdit oluşturacak.

 

Ekran Resmi 2016-08-27 20.04.16
“Arap Baharı”ndan bu yana Libya’da taşlar yerine oturmadı

Şu sıra dikkatler (anlaşılır sebeplerle) Suriye üzerinde yoğunlaşmış durumda ama, IŞİD ile mücadelenin tek cephesi Suriye-Irak hattında cereyan etmiyor. Cenevre’de Rusya ve ABD Dışişleri Bakanları Ortadoğu cephesini görüşedursun, Libya‘da da IŞİD‘le ilgili önemli gelişmeler var.

Bu gelişmeler Avrupa Birliği’nin geleceğini de yakından ilgilendiriyor.

2011’de Muammer Kaddafi‘nin devrilmesinden bu yana Libya’da taşların bir türlü yerine oturmadığı biliniyor. Ülkenin bir bütün olarak mı kalacağı, onu kimin yöneteceği; yok eğer birkaç parçaya ayrılacaksa her bir parçayı kimin kontrol edeceği bir türlü kesinlik kazanmadı. Petrol yataklarıyla dolu bu ülkede süren kaos, bu tür ortamlardan yararlanmayı iyi bilen IŞİD‘in Libya’da hızla kök salmasını da sağladı.

Şu an Libya‘da tam olarak kaç IŞİD militanı olduğunu tespit etmek mümkün değil; ama yaklaşık 5 bin silahlı adamdan söz ediliyor. Bu teröristlerin büyük bir kısmı ülkeye dışarıdan gelen savaşçılardan değil, farklı yerel örgütler bünyesinde çarpışırken IŞİD‘e biat etmiş insanlardan oluşuyor.

Ancak örgüt şu sıralar zorda. Haziran 2015’te Sirte şehrine tamamen hakim olan IŞİD, şimdi burayı elinde tutmakta zorlanıyor. IŞİD’i Sirte’den söküp atmaya çalışanlar ise, ABD’nin hava gücü desteğini de arkalarına almış olan Trablus merkezli Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti‘ne bağlı güçler. Sirte‘yi ele geçirmenin IŞİD‘e her şeyden önce büyük bir moral darbe vuracağını bilen hükümet, bir an önce bu şehri kontrolü altına almaya çalışıyor.

Kaddafi’nin doğum yeri olan Sirte, Libya’nın petrol zengini bölgelerine yakın ve Akdeniz sahillerinde Bingazi ve Trablus‘un hemen hemen ortasında. Şehirdeki kamu binalarını kendi üssüne çeviren IŞİD, yerel radyo istasyonunu da kendi propagandası için kullanmakla meşgul.

Eğer Sirte‘yi kaybederse, ki kısa süre içinde öyle olacak gibi, IŞİD Libya’daki en önemli üssünü kaybetmiş olacak. Ancak örgüt, ülkenin ikinci büyük şehri Bingazi içinde birkaç mahalleyi, ayrıca ülkenin batı kesiminde küçük cepler halinde bir kısım araziyi elinde tutmaya devam ediyor. Dolayısıyla örgütün bundan sonra Bingazi, Trablus gibi şehirlerde ya da (genellikle Avrupalı şirketlerin işlettiği) petrol sahalarında terör eylemlerine girişmeyeceğinin bir garantisi yok.

Eğer sahil kesiminden sökülüp atılabilirlerse, çatışmalardan arta kalan IŞİD militanlarının komşu ülkeler CezayirTunus ve Mısır‘a; Libya‘nın güneyindeki çöllere; hatta daha da güneye, yani Çad ve Nijer üzerinden Sahraaltı Afrika‘ya yönelmeleri mümkün. Afrika’nın orta ve batı kesimlerinde etkisini giderek arttıran radikal İslamcı örgütlerle IŞİD zaten işbirliğine girmiş durumda. Örneğin bir başka petrol ülkesi olan Nijerya‘daki Boko Haram örgütüyle ilişkileri bir sır değil.

Mali‘de, tam da bu örgütlerde mücadele edebilmek için asker bulunduran Fransa‘yı gayet tedirgin edecek bir durum.

Libya uzun süredir Sahraaltı Afrika’dan Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mülteci ve yasadışı göçmenlerin de kullandığı bir güzergah. Dolayısıyla bu ülkenin istikrara kavuşması, Avrupa için öncelikli. Hatta Libya‘da olup bitenlerin Avrupa için Suriye ve Irak‘taki istikrarsızlıktan çok daha “yakın tehdit” olduğu bile söylenebilir. Konu tabii ki sadece mülteciler değil, aynı güzergahı kullanıp Akdeniz‘in kuzey sahillerine ulaşabilecek teröristler.

Avrupa’daki aşırı sağ akımlar mülteci karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını kaşımak için sürekli olarak terör tehdidini ön plana çıkartıyor. Dolayısıyla Libya‘nın istikrara kavuşup öngörülebilir bir ülke haline gelmesi ve genel olarak radikal İslamcı terör tehdidinin azaltılması Avrupa’nın demokrasileri için de önemli.

Suriye ve Irak‘ta giderek zor duruma düşen ve uluslararası koalisyonun baskısı altında etki alanı daraltılan IŞİD‘in en azından Libya‘yı elinde tutmak için uğraşacağı, bunu yapamazsa, bir taraftan kuzeye doğru (hem kıtada zaten bulunan militanlarını ve göndereceği yeni eylemcileri kullanarak) Avrupa’yı daha fazla tehdit edeceği; diğer yandan da güneyde, Sahraaltı Afrika’da, yeni etki alanları arayacağı tahmin edilebilir.

Etkisini Afrika kıtasında giderek arttıran ve coğrafi olarak da yayılan IŞİD’in Çin’i ne derece rahatsız edeceği ise başka bir  yazının konusu.

Her durumda, ABD ve Rusya Ortadoğu’yu kendi aralarında anlaşıp düzenlemeye girişmişken, Avrupa’nın derdi başını aşacak gibi.

Ekran Resmi 2016-08-27 20.03.00

Fidel “El Loco” Castro 90 Yaşında

Ekran Resmi 2016-08-13 21.57.36.png

Sovyetler Birliği lideri Nikita Kruşçev‘e yazdığı mektupta, “eğer sosyalist dünyanın savunulması için bu gerekliyse, Küba’nın feda edilmesi pahasına da olsa nükleer silah kullanmanızı kabullenirim” diyordu. Mektubu okuyan Sovyet lider, “bu adam deli” diye haykırmıştı, “benden dünyayı yok etmemi istiyor!”. Kastettiği deli (İspanyolcasıyla el loco), Fidel Castro‘dan başkası değil.

Her ne kadar 2008 yılında makamını kardeşi Raul’e devredip bir kenara çekilmiş olsa da, Küba denince akla ilk gelen isim hâlâ o. Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro, 13 Ağustos günü 90. yaşgününü kutladı.

Castro‘nun 90 yıllık hayatının büyük bir bölümü ABD ile mücadele etmekle geçti desek yeridir. Dünyanın bir numaralı gücü ABD’nin, Florida sahillerine 90 mil uzaklıktaki ve 11-12 milyon nüfuslu bir adaya nasıl olup da boyun eğdiremediği (ya da eğdirmediği) uluslararası siyasete dair  tartışma konularından biri.

Dünyanın nükleer savaşın eşiğinden döndüğü (Castro’nun Kruşçev’e yukarıdaki mektubu göndermesine de vesile olan) 1962 Küba Krizi ertesinde, ABD ile Sovyetler Birliği arasında “Küba’ya dokunmama” konulu bir centilmenler anlaşmasının var olduğu tahmin edilebilir. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, “Küba’da rejim çöktü çöküyor”, “yavaş yavaş dışa açılıyorlar” haberleri hiç eksik olmadı. Nihayet ABD de kırk yıllık ambargosunu bu sene kaldırdı ve Başkan Obama Küba’yı ziyaret ederek diplomasi tarihinin bir sayfasını kapatmış oldu.

ABD’nin Küba’ya ilgisi 1800’lerin sonuna kadar uzanıyor. Adanın ekonomisine hakim olan firmaları ve (Guantanamo üssü gibi) askeri tesisleriyle ABD Küba’yı hep elinin altında tuttu. Ta ki Washington’un desteklediği Batista hükümeti 31 Aralık 1958 günü Fidel Castro önderliğinde devrilene kadar.

Castro 1960 senesinde adadaki tüm Amerikan işletmelerini kamulaştırarak komşusuna karşı tavrını net olarak ortaya koymuş oldu. Ertesi yıl, tam bir fiyaskoyla sonuçlanan ve Başkan Kennedy’i de zor duruma düşüren Domuzlar Körfezi çıkarması gerçekleştirilmiş, Castro kolay lokma olmadığını bir kez daha göstermişti.

Castro’nun ABD ile tanışıklığı ise çok daha eskiye dayanıyor. 1948 yılında evlenen Castro, üç aylık bir balayı için New York-Bronx’a yerleşmişti. Bu dönem boyunca orada ne yaptığı tam olarak bilinmiyor, ama kendisi “günde 200 kelime ezberleyerek İngilizce öğrendiğini” söylüyor. Castro aslında o tarihten önce de ABD’ye tepki doluydu. Daha Havana Üniversitesi’nde okurken yazdığı bir mektupta “esas mücadele, ABD’ye karşı verilecek. Benim gerçek kaderim bu,” diyordu.

ABD Küba’daki her siyasal aktörle olduğu gibi Castro’yla da daha Başkan Batista’ya karşı mücadelesi sürerken ilgilenmeye başlamıştı. Castro’nun adını Amerikan kamuoyu Herbert Matthews’un 1957 yılında yaptığı üç röportajla duydu. 

Ekran Resmi 2016-08-13 21.53.45
Marita Lorenz ve Fidel Castro (1960)

ABD yönetimi ise Castro’dan bir an önce ve her ne şekilde olursa olsun kurtulmaya çalışıyordu. Öyle ki, 1960 yılında 20 yaşında olan Alman kökenli sevgilisi Marita Lorenz, CIA tarafından Castro’nun yemeğine zehir katmaya ikna edilmişti… Neyse ki genç kadın son anda bunu yapamayacağını anladı; Fidel’e her şeyi anlatıp adayı terk etti.

ABD binbir farklı yöntemle ondan kurtulmaya çalışırken, Fidel Castro da dünyanın dört bir yanında ABD’yi rahatsız etmeye devam etti. Kübalı asker, uzman ve gönüllüler Zanzibar, El Salvador, Nikaragua, Vietnam, Libya, Cezayir, Suriye, Angola, Etiyopya gibi yerlerde ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket eden her türlü hareket ve hükümete destek oldu.

Seveni kadar sevmeyeni de vardır, ama herhalde bir gerçeği herkes teslim eder: gençlik yıllarından ileri yaşına kadar, fazla tökezlemeden uluslararası siyaset sahnesinde kalabilmek ve tarihe adını yazdırmak her lidere nasip olmuyor.

¡ Feliz Cumpleaños Fidel !

Ekran Resmi 2016-08-13 21.56.03.png
Papa II. Jean-Paul’ün ziyareti, Küba için bir dönüm noktası olarak kabul edilmişti  (1998)

1916 Berlin Olimpiyatları

Yapılamayan bir olimpiyatın öyküsü


Olimpiyat oyunları sadece spor tarihi için değil, siyasi tarih için de önemli. Oyunlara ev sahipliği yapan şehirlerin seçim sürecinin bile ne kadar politize olduğu biliniyor. Modern çağın 31’nci Olimpiyat oyunları Rio de Janeiro’da başlamışken, 120 yıllık modern olimpiyat oyunları tarihini biraz da bu açıdan kurcalamanın tam zamanı.

Rio Olimpiyatları’na “31’inci” deniyor olsa da,  olimpiyatlar 31 kez düzenlenebilmiş değil. Zincirin eksik halkalarından biri, hiç yapılamamış olan 6’ncı, yani 1916 Berlin Olimpiyat Oyunları.

Fransız tarihçi ve eğitimci Baron Pierre de Coubertin, 1896 yılında antik Yunan mirası Olimpiyat Oyunları’nı canlandırmaya karar verdiğinde; Alman spor otoriteleri onun bazı tercihlerinden rahatsız olmuştu. Onlara göre eskrim ve bisiklet gibi “Fransız”; tenis ve atletizm gibi “İngiliz” disiplinlerine geniş yer veren olimpiyat programı, Almanların üstün olduğu jimnastik dalını es geçmişti. Bu düpedüz siyasi bir tercihti.

Fransa’yla Britanya’nın yakınlaştığı, dünyanın dolu dizgin savaşa sürüklendiği bir dönemde, Almanya’nın hemen her şeyi kendisine karşı kurgulanmış bir Fransız-İngiliz oyunu olarak yorumlaması şaşırtıcı değildi.

Oysa Coubertin, olimpiyat oyunlarının uluslararası barışa hizmet etmesi gerektiğini savunuyordu. Bu yüzden hem Almanya’nın eleştirileri ışığında zamanla programı çeşitlendirdi, hem de Avrupa’daki gerilimin artık elle tutulur hale geldiği bir dönemde Uluslararası Olimpiyat Komitesi‘nden 1916 oyunlarının Berlin’de düzenlenmesine dair karar çıkarttı.

1912’de alınan bu karar üzerine Alman hükümeti akademisyen ve beden eğitimi uzmanı Carl Diem‘i oyunların organizasyonu için vazifelendirdi.

Ancak işler planlandığı gibi gitmedi. 1914’ün yaz aylarında uluslararası gerilim artık denetlenemez hale geldi ve Avrupa’nın büyük güçleri kozlarını savaş meydanında paylaşmaya karar verdiler. Dört yıl sürecek olan Birinci Dünya Savaşı başlamıştı.

Carl Diem Alman ordusu saflarında çarpışıp yaralanırken; Coubertin de askere yazılmak için Fransız ordusuna başvurdu. Ancak o sırada 51 yaşındaydı ve başvurusu reddedildi. Bunun üzerine Coubertin Fransız Dışişleri Bakanlığı‘nın basın dairesinde İngilizce tercümanı olarak gönüllü hizmet verdi; Fransa’nın savaş zamanındaki propaganda metinlerini kaleme aldı.

Coubertin, pek çok çağdaşı gibi, savaşın bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemişti. Bu sebeple 1916 Berlin oyunlarının planlandığı gibi gerçekleştirileceğinden de şüphesi yoktu.

Hatta savaş başladıktan hemen sonra ABD ve Küba 1916 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmak için teklif götürmüş, onlara “oyunların gerçekleşmemesi için bir sebep göremiyorum,” diye karşılık vermişti.

1915 yılı ilerlerken, savaşın o kadar da çabuk sona ermeyeceği belli oldu. Pierre de Coubertin ilk olarak Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin Paris’te bulunan merkezini tarafsız ülke olduğu için İsviçre’nin Lausanne şehrine taşıdı. 1916 Olimpiyat Oyunları’nın başka bir yerde düzenlenmesi tekliflerine ise direndi; her ne kadar yapılamıyor olsa da, 6’ncı Olimpiyat Oyunları’nın Berlin adına kayıtlı kalmasını ve dört yıllık periyotlardan sapılmamasını sağladı. Bu nedenle savaş sonrası Anvers’te yapılan olimpiyatlar 1920 yılında düzenlendi ve 7’nci Olimpiyat Oyunları olarak kabul edildi.

Savaştan ağır darbe alarak çıkan Almanya 1920 Anvers ve 1924 Paris Olimpiyatları’na katılamadı ve ancak 1928 Amsterdam Olimpiyatları ile oyunlara dönebildi. Uluslararası Olimpiyat Komitesi ise, belki de Almanya’nın uluslararası sisteme yeniden kabulünü teşvik etmek için, 1931 yılında önemli bir karar verdi: 1916’yı düzenleyemeyen Berlin, 1936 Olimpiyatları’na ev sahipliği yapacaktı.

Bu karardan sadece iki yıl sonra iktidara Nazi Partisi‘nin geleceğini kim bilebilirdi?

Carl Diem bu kez 1936 Olimpiyatları’nın düzenlenmesi için kolları sıvadı. Bu görevi Naziler iktidara geldikten sonra da sürdürdü ve oyunları Nazi propagandasının bir aracı haline getirmek için de elinden geleni yaptı.

İşin ilginci, eğer İkinci Dünya Savaşı patlak vermemiş olsaydı, bir sonraki olimpiyat oyunlarını Almanya’nın müttefiki Japonya düzenleyecekti. Sonuç olarak 1940 Tokyo Olimpiyatları da tarihe yapılamamış olimpiyatlardan biri olarak geçti.

1944 Olimpiyat Oyunları da aynı şekilde, savaş bitmediği için düzenlenemedi ve sporcular 1948 Londra Oyunları’na kadar sabretmek zorunda kaldı. Tokyo ancak 1964’te olimpiyatları düzenleyebildi; Almanya ise oyunlara bir daha ev sahipliği yapabilmek için 1972 Münih’i beklemek zorunda kaldı.

Umalım ki Olimpiyat tarihi bu tür kesintilere bir daha uğramadan uluslararası barışa hizmet etmeye devam etsin.

Eğer İkinci Dünya Savaşı çıkmamış olsaydı, 1940 Olimpiyat Oyunları da Tokyo’da gerçekleştirilecekti