Rus-İngiliz Bilek Güreşi

clock-cartoon_1837083b

Britanya yetkilileri Noel zamanı bile majestelerinin ordusunun tatil yapmadığını vurgulamak istercesine,  Rus donanmasının faaliyetlerine dikkat çeken bir açıklama yayınladılar. Buna göre, geçtiğimiz haftasonu dört Rus savaş gemisi Birleşik Krallık sularına biraz fazla yaklaşmış, Britanya deniz kuvvetlerine bağlı gemiler de onların faaliyetlerini gözlemlemek için denize açılmıştı. Londra’nın açıklamasında bu gemilerin herhangi bir tehditkâr davranışından ya da karasuları ihlalinden söz edilmiyor. Dolayısıyla Rus savaş gemilerinin rotasına neden böylesine dikkat çekildiğini anlamak zor.

Aslında bu açıklamayı Birleşik Krallık’ın yaptığı bir başka açıklamayla birlikte değerlendirmek gerekiyor. Ülkenin Genelkurmay Başkanı Stuart Peach geçen hafta yaptığı bir konuşmasında Rus denizaltılarının su altından geçen internet hatları için bir tehdit oluşturabileceğini ifade etmişti. Hatta bu kablo şebekesinin korunmasının NATO’nun bir önceliği haline getirilmesini istemiş, bir anlamda Rusya’ya karşı NATO’nun daha da uyanık olmasını önermişti. Trump yönetimini Rusya’yla arasına daha fazla mesafe koymaya dolaylı olarak çağıran ve Avrupalı devletlere de Rusya’nın ne kadar büyük bir tehdit olduğunu bir kez daha hatırlatan açıklamalar birbirini kovalıyor kısacası.

Yeniden Büyük Oyun…

19. yüzyılda Büyük Britanya ve Rusya arasında Orta ve Güney Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu gibi çok geniş bir coğrafyada yaşanan keskin rekabete “Büyük Oyun” (Great Game) adı verilmişti. Tabii bu rekabete rağmen, bu iki ülke (mesela Almanya gibi) büyük bir ortak tehdit ortaya çıktığında birbirleriyle geçici ittifaklar kurmaktan da kaçınmadılar; ancak ilişkileri genellikle gergin bir seyir izledi. Soğuk Savaş dönemi de bunun bir istisnası olmadı.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından iki ülke nispeten yakınlaştı ve 1990’lar boyunca aralarındaki ticari ilişkiler önemli ölçüde gelişti. Hatta Rusya’nın yeni zenginleri bu dönemde Londra emlak piyasasının gözde müşterileri arasına girdiler. Fakat Boris Yeltsin dönemindeki olumlu ilişkiler, Vladimir Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte bozulmaya başladı.

454px-As_Between_Friends_(Punch_magazine,_13_December_1911)
Avrasya’daki “Büyük Oyun” Hindistan’dan İran’a, Osmanlı’dan Çin’e pek çok ülkeyi doğrudan etkilemişti

2000’lerin başında Putin’le anlaşmazlığa düşen işadamı Boris Berezovski’ye ve ardından Çeçen ayrılıkçı Ahmed Zakayev’e iltica hakkı tanıyan, Rusya’nın iade taleplerini de reddeden Birleşik Krallık, zamanla Putin yönetimiyle yıldızı barışmayan üst düzey pek çok Rus şahsiyetin sığınağı haline geldi.

Aynı dönemde iki ülke arasında Soğuk Savaş yıllarını hatırlatan gerilimler de yaşanmaya başlandı: Birleşik Krallık hükümeti 2006 yılında Londra’da polonium ile zehirlenerek hayatını kaybeden eski KGB mensubu Litvinenko’nun ölümünden Moskova’yı sorumlu tutarken, Rusya da casusluk yaptıkları ve Rusya’daki bir takım STK’ları manipüle ettikleri gerekçesiyle çok sayıda Britanyalı diplomatı sınırdışı etti. British Council’in Rusya’daki faaliyetleri bile baskı altına alındı.

2007’den itibaren Kraliyet Hava Kuvvetleri, Rus savaş uçaklarının Britanya hava sahasını sık sık ihlal ettiğini duyurmaya başladı. Bu arada MI5, Rusya’nın Britanya’daki casusluk faaliyetlerinin Soğuk Savaş yıllarındaki düzeyine ulaştığını iddia ediyordu.

İkili ilişkilerdeki yokuş aşağı gidiş, 2008’deki Gürcistan Savaşı ve 2013-14’ten itibaren yaşanan Ukrayna krizleriyle hızlandı. Britanya hükümeti 2014’te Kırım’ın ilhak edilmesinin ardından Rusya’ya uygulanacak yaptırımlar konusunda en aktif tavır koyan ve en sert açıklamaları yapan hükümetlerden oldu. Hatta bu konuda çoğu zaman ABD’yi de peşinden sürükledi. Suriye krizi konusunda da Londra, Rusya’ya karşı eleştirel bir dil geliştirdi. Eylül 2015’te Suriye’de kapsamlı Rus askeri harekâtının başlamasıyla da eleştirilerin dozunu arttırdı.

Britanya, Baltık Denizi’nde bulunan NATO deniz kuvvetlerinin takviye edilmesi konusunda da en istekli görünen ülke oldu.

Haziran 2016’da yapılan Brexit referandumu kampanyası sırasında bile Rusya Londra’da kendinden bol bol söz ettirdi: ülkenin o zamanki Dışişleri Bakanı Philip Hammond, “AB’den çıkmamızı gerçekten arzu eden tek ülke Rusya” diyerek neden Birleşik Krallık’ın AB’de kalması gerektiğini açıklamaya çalışmıştı. Ancak belli ki uyarıları yeterince etkili olmadı; zira referandumun sonucu ortada. 2019’da AB’den ayrılacağı kesinleşen Britanya için NATO’nun öneminin nispeten arttığını da hatırlatmaya gerek yok.

…ya da yeniden Soğuk Savaş.

“Gemileri bize çok yakın geçiyor”, “internetleri kesecekler” türündeki açıklamalardan anlaşılan o ki, Rusya ile Birleşik Krallık arasındaki ilişkilerin yakın zamanda düzelmesi pek mümkün değil. Ortada ikili ve doğrudan, somut ve hayati önemde bir sorun yok gibi dururken, ilişkilerin neden on yıl kadar önce ağır çekimde bozulmaya başladığı ve bugünkü duruma gelindiği izaha muhtaç.

Belki de Birleşik Krallık adım adım Rusya’yı Batı’yla bir gerginlik politikası sürdürmeye teşvik etmiş; Rusya da bunu karşılıksız bırakmamıştır. Batı ittifakı içindeki ayrılıkları gidermek ve Avrupa’da ağırlığını giderek arttıran bazı ülkelerin etkilerini törpülemek için en kestirme çözümün Rusya ile “Batı” arasında yeni bir soğuk savaş kurgulamak olduğuna birileri bir noktada karar mı vermişti acaba?


57470e09c46188906a8b457a
Vladimir Putin 2003 yılında Londra’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirmişti

 

Somali: bir askeri üs ve ötesi

Ekran Resmi 2017-10-07 22.04.26
Hasan Şeyh Mahmud liderliğindeki Somali Federal Hükümeti, başkent Mogadişu ve etrafındaki küçük bir coğrafyaya hükmediyor

Afrika Boynuzu’nda stratejik bir konuma sahip Somali‘nin ismi kargaşa, iç savaş ve sefaletin eş anlamlısı gibi. Türkiye’nin yurt dışındaki en büyük askeri üssü bu ülkenin başkenti Mogadişu yakınlarında geçtiğimiz günlerde faaliyete geçti. Yaklaşık 200 askerin görev yapacağı üs bir eğitim merkezi olarak hizmet verecek. Amaç Somali ordusunu güçlendirmek ve kendi kendini savunabilecek hale getirmek.

Bağımsızlığına kavuştuğu 1960’dan bu yana türlü türlü istikrarsızlıkla boğuşan Somali, 1990 yılına gelindiğinde tam bir iç savaş ortamına sürüklenmişti. Ülkenin büyük bölümü çeşitli kabilelere dayanan farklı silahlı örgütlerin denetimi altına girmiş ve Devlet Başkanı Siyad Barre başkent Mogadişu’yu terk ederek kendi kabilesinin yaşadığı bölgeye çekilmişti. 

Kısa süreli ateşkesler ve çatışmalardan oluşan bir kısır döngüye kapılan ülkede 1992’de kuraklık sorunu da baş gösterdi ve komşu ülkelere yönelik bir mülteci akını başladı. 

Bunun üzerine Birleşmiş Milletler ülkeye gıda yardımında bulunma kararı aldı. Gıda dağıtımını yürütecek BM görevlilerini korumak üzere aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerin katıldığı bir barış gücü, “Restore Hope” isimli askeri operasyon kapsamında Somali’ye gönderildi. Bu müdahale – pek çok uluslararası müdahalede olduğu gibi –  ülkedeki koşulların daha da içinden çıkılmaz hale gelmesine neden oldu.

Ekran Resmi 2017-10-07 22.03.43
Kara Şahin Düştü filminde tasvir edilen Somali’deki kargaşa ortamı yakın zamanda yatışacağa benzemiyor

Çatışmalar dindirilemediği gibi, yardım çalışmaları da etkin bir biçimde yürütülemedi. Üstelik Sudan ve İran’ın desteklediği Muhammed Farah Aydid’e bağlı milisler BM barış gücünü hedef almaya başladı. Bunun üzerine Mart 1994’ten itibaren önce ABD, ardından diğer ülkeler, askerlerini çekmeye başladı ve Somali kaderine terk edildi. 

Bu arada ülkenin değişik bölgelerindeki kabileler Somaliland, Jubaland, Hiranland ya da Puntland gibi isimler altında, uluslararası planda tanınmayan bağımsız ülkeler kurduklarını ilan ettiler. Böylelikle Somalifailed state” (başarısız/çökmüş devlet) kavramının en “iyi” örneklerinden biri haline geldi.

2000’li yıllarda zaman zaman Etiyopya ordusunun da müdahale ettiği iç savaş devam ederken, Somali toprakları Doğu Afrika sahillerinde faaliyet gösteren korsanların ana üssü haline geldi. Dünya deniz ticaretinin üçte birinin geçip gittiği sulardaki bu güvenlik riski NATO‘nun Hint Okyanusu‘nda devriye operasyonları başlatmasının gerekçesi oldu.

Yine 2000’li yıllarda El-Kaide, eş-Şebaab ve IŞİD gibi örgütler ülkedeki iç savaşın aktörleri arasına katıldılar.

Uluslararası terör örgütleri ve küresel deniz ticareti derken Somali‘deki sorunların yerel dengeler içinde çözülmesi iyice imkansız hale geldi; hem küresel güçlerin oyuna girmesini teşvik eden, hem de çok sayıda bölgesel sorunun birbirine eklemlenmesine neden olan bir zemin ortaya çıktı.

Türkiye’nin Somali’deki askeri varlığı, aslında ABD’nin şimdiye dek bizzat yapamadığını bu kez bir NATO müttefikinin yapmaya çalışması anlamına geliyor. Bu sayede, yeni bir uluslararası müdahale gerçekleştirmeden, Somali hükümetini terör örgütleriyle kendi başına mücadele edebilir hale getirmek arzulanıyor.

Bütün bu gelişmeler Somali’nin komşusu Cibuti‘de 2017 başlarında faaliyete geçen ve Çin’in Afrika kıtasındaki ilk askeri üssü olan tesislerde de herhalde yakından takip ediliyordur. 

Ekran Resmi 2017-10-07 22.05.07


Doğu Asya’da Yeni Dengeler, Yeni Riskler

Ekran Resmi 2017-07-14 21.41.17

Uluslararası sistemin ağırlık merkezinin Avrupa-Atlantik havzasından giderek Asya-Pasifik havzasına doğru kaymakta olması, üzerinde çok yazılıp çizilen bir durum. Çin’in ABD ile birlikte artık dünyanın en büyük iki ekonomisinden biri haline geldiğini hatırlamak bile bunu durumu anlamak için yeterli.

1 milyar 300 milyon nüfuslu Çin yanında, dünyanın yedi büyük ekonomisinden biri olan Japonya; ASEAN çatısı altında bölgesel bütünleşme yolunda adım adım ilerleyen toplam 700 milyon nüfuslu Güneydoğu Asya ülkeleri; Soğuk Savaş döneminden miras bölünmüşlüğün üstesinden hâlâ gelememiş olan Kuzey ve Güney Kore; son olarak da ABD’yle “özel” ilişkisini sürdüren Tayvan, bu geniş coğrafyanın etkili oyuncuları. Tabii bu tabloya Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan Rusya’yı ve bölgede önemli askerî üsleri olan süper güç ABD’yi de eklemek gerekiyor. Çin’den bahsederken Hindistan’ı, Hindistan’dan bahsederken Pakistan ve Afganistan’ı, Güneydoğu Asya’dan bahsederken de Avustralya’yı denkleme dahil etmek gerektiği de ortada.

Kısacası, Doğu Asya’da olup bitenlerden söz etmek, küresel güç dengelerinin değişimini incelemek anlamına geliyor; zira Asya kıtasının doğu ucundaki bölgesel dengeler uluslararası sistemin temel yapıtaşlarından.

Yakıcı Sorun: Kuzey Kore

Tam da bu nedenle, Asya’nın doğusunda ortaya çıkan herhangi bir güvenlik riski ya da istikrarsızlık, sistemin bütünü için endişe kaynağı. Dolayısıyla, örneğin Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme faaliyetlerinin ya da balistik füze denemelerinin dünya kamuoyunu bu derece meşgul etmesinde şaşılacak bir durum yok.

İktidarın babadan oğula devredildiği Kuzey Kore, gerçekten de dünyanın en büyük güvenlik risklerinden birini oluşturuyor. Kim Jong-Un yönetimindeki Pyongyang rejimi, 4 Temmuz 2017’de gerçekleştirdiği balistik füze denemeleriyle birlikte artık 10 bin kilometre menzilli misillere sahip olduğunu, dolayısıyla Kuzey Amerika’yı vurabilecek kapasiteye ulaştığını iddia ediyor. Dünyanın en kapalı rejimlerinden biriyle yönetilen Kuzey Kore’nin resmî açıklamalarına ne kadar itimat etmek gerekir, ayrı konu; ancak bu riskin uluslararası toplum tarafından ciddiye alındığı tartışma götürmez.

Kuzey Kore’nin nükleer silaha ve kıtalararası balistik misillere sahip olması, hemen sağa sola füze fırlatacağı anlamına gelmiyor; ancak ne yapacağı öngörülemeyen bir rejimin bu tür bir imkana sahip olması bile başlı başına endişe verici. Bu noktada riski arttıran bir diğer unsur ise ABD’nin de nispeten öngörülemez bir ülke haline gelmiş olması. 20 Ocak 2017’de Beyaz Saray’a yerleşen Donald J. Trump’ın Kuzey Kore konusuna özel bir ilgi duyduğu ve bu sorunu sık sık gündeme getirdiği biliniyor.

Kuzey Kore meselesiyle meşgul olan ilk ABD başkanı elbette Trump değil. Bill Clinton da, George W. Bush da, Barack Obama da bu sorunla yakından ilgilendiler, ancak şimdiye kadar denedikleri tüm yöntemler başarısızlığa uğradı. Ne çok taraflı müzakereler, ne ekonomik yardımlar, ne Birleşmiş Milletler yaptırımları, ne diplomatik baskılar, ne de gizli operasyonlar Pyongyang’daki rejimi dönüştürmeye yetmedi.

Başkan Trump zaman zaman “Kim Jong-Un’la gerekirse yüz yüze görüşürüm” gibi çıkışlar yapıyor olsa da, Kuzey Kore’ye askeri müdahale seçeneğinin masada olduğunu vurgulamaktan da geri kalmıyor. Nükleer silaha sahip bir Kuzey Kore’ye müdahale etmek çok kolay olmasa da, kesin olan bir şey var: Trump’ın mesajları Pyongyang’dan ziyade Pekin’e yönelik. Kuzey Kore rejiminin bölgedeki tek destekçisinin Çin olduğu, hatta Çin’in yardımları olmasa bu ülkenin ekonomisinin ayakta kalamayacağı biliniyor. Zaten bu yüzden Trump, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i sürekli olarak “Kuzey Kore hakkında bir şeyler yapmaya” davet ediyor.

Çin-ABD ilişkileri ve bölgesel güçler  

Çin yönetimi Kuzey Kore üzerinde zannedildiği kadar büyük bir etkisi olmadığını iddia ededursun, Çin’in bu ülkeyi ABD’ye ve ABD’nin bölgedeki müttefiklerine karşı bir araç olarak kullandığı izlenimi gayet yaygın. Pekin yönetiminin Kuzey Kore rejiminin çökmesi halinde gerçekleşebilecek büyük bir mülteci kriziyle uğraşmak istemediği ya da adeta bir tampon bölge rolü üstlenmiş olan bu ülke ortadan kalkarsa Kore yarımadasının tamamen ABD etkisine girmesinden hoşlanmayacağı da açık.

Fakat Kuzey Kore’nin bir tehdit olarak var olması her zaman Çin’in istediği sonuçları vermiyor, çünkü bu tehdidin varlığı, Güney Kore, Japonya ve Tayvan gibi zaten ABD’nin müttefiki olan ülkeleri Washington’a iyice yakınlaştırıyor. Çin bu durumdan öylesine rahatsız ki, Kuzey Kore tehdidini gerekçe göstererek ABD menşeli THAAD füze savunma sistemini 2017 başlarında ülkesinde konuşlandıran Güney Kore hükümetini Kuzey Kore’den bile daha sert ifadelerle kınayan Pekin oldu.

Benzer biçimde, Kuzey Kore tehdidi Japonya tarafından da dikkatle izleniyor. İkinci Dünya Savaşı’nın mağlup gücü olarak 1945-1952 arasında ABD işgalinde kalan, hatta anayasası bile ABD tarafından yazılan Japonya, aynı zamanda (Hiroşima ve Nagazaki hatırlanacak olursa) insanlık tarihinde nükleer saldırıya uğramış tek ülke. Kuzey Kore’nin Japonya’yı nükleer saldırıyla açıkça tehdit ettiği de bir sır değil. Bu durum, Japonya’nın bir takım radikal kararlar alması için gerekçe oluşturuyor.

Savaş sonrası yürürlüğe konan anayasa ile Japonya’nın silahlı kuvvetlere sadece savunma amaçlı olarak ve sınırlı sayıda askerle sahip olmasına izin verilmişti. Hatta Japon anayasasının 9. maddesi, bu ülkenin savaşa girmesini kesin bir dille yasaklamıştı. Ancak bu “barışçılık” ilkesi 1990’lardan itibaren yavaş yavaş yumuşatılmış; 9. madde değiştirilmese de yeniden yorumlanmıştı. Japonya bu sayede 1992’den itibaren BM barışı koruma operasyonlarına asker yollamaya başlamış, 2007 yılında ise İkinci Dünya Savaşı sonrası kaldırılan Savunma Bakanlığı yeniden kurulmuştu.

2014’te ise Başbakan Shinzo Abe’nin öncülük ettiği yeni bir kanunla savaş yasağı “yararlı barışçılık” adı altında yeniden yorumlandı. “Barışçılık” ilkesinin sulandırılmaması gerektiğini savunan kesimlerin protesto gösterilerine rağmen kabul edilen bu kanun sayesinde Japonya artık “saldırıya uğrayan bir müttefikine yardım amacıyla” savaşlara katılabilecek.

Ekran Resmi 2017-07-14 21.50.04

Güney Kore’nin askeri anlamda ABD ile ilişkilerini sıkılaştırması ve Japonya’nın askeri konulardaki tabularından giderek kurtuluyor olması sadece Kuzey Kore tehdidi ile açıklanabilecek bir durum değil. Bölge ülkeleri Çin’in dış politikasının da giderek askeri bir vurgu taşımaya başladığını fark ediyor ve bunu bir risk olarak görüyor. Çin Denizi’ndeki ada, adacık ve kayalıkların paylaşımından doğan krizler de bu tehlikeli ortamın arka planını oluşturuyor.

Çin Denizi’nde Paylaşım Sorunu

Çin Denizi’ndeki paylaşım kavgası aslında yeni bir durum değil, ancak dünya gündeminin ön sıralarına doğru hızla tırmanıyor. Çin’in bu deniz sahasına olan ilgisi hem güvenlik kaygılarından, hem Çin’de iyiden iyiye kabaran milliyetçi duygulardan, hem de buradaki doğal zenginliklerden kaynaklanıyor.

Dünyanın en büyük enerji tüketicilerinden biri olan Çin’in bulabildiği her doğalgaz ve petrol kaynağına ihtiyacı olduğu bir sır değil. Ancak Pekin yönetiminin Çin Denizi’ndeki her girişimi aynı sahada hak iddia eden Güney Kore, Japonya, Tayvan, Vietnam, Filipinler gibi ülkelerin tepkisini çekiyor ve Doğu Asya’nın jeopolitiğini Güneydoğu Asya’daki oyuncuları da kapsayacak biçimde genişletiyor.

Bu coğrafyadaki aidiyet sorunları, karasuları ve kıta sahanlığı gerginlikleri birçok Doğu ve Güneydoğu Asya ülkesini ilgilendirse de, bunlar arasında Tayvan’ın durumu hepsinden hassas. 1949 yılında Mao Zedong’un gerçekleştirdiği devrim ertesi Çin anakarasından kaçan Çan Kay-Şek ve onun Kuomintang Partisi tarafından kurulan Tayvan yönetimi, o tarihten bu yana kendini “Çin Cumhuriyeti” olarak adlandırmaya devam ediyor[1]. Pekin ise buna karşılık Taipei yönetiminin ayrılıkçı ve Tayvan adasının da Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu savunuyor. “Tek Çin Politikası” (One China Policy) olarak adlandırılan bu prensip sonucu, Pekin yönetimini tanıyan ve onunla diplomatik ilişki kuran hiçbir devletin Tayvan’ı tanıması mümkün değil.

1997 yılında Hong Kong’u, 1999’da ise Macao’yu “tek ülke, iki sistem” prensibi uyarınca, yani geniş özerklikler vererek kendine bağlayan Çin, Tayvan’ın da eninde sonunda bu yöntemle “anavatana” bağlanacağını savunuyor. Tabii burada önemli olan bu bağlanmanın nasıl temin edileceği. Pekin yönetimi resmi söylemde diplomasi ve müzakere araçlarını öne çıkarıyor olsa da, Çin ve Tayvan arasında zaman zaman askeri gerginlikler yaşandığı da bir gerçek. 23 milyon nüfuslu Tayvan adasının hem coğrafi hem de nüfus anlamında bir dev olan Çin’e tek başına, hele hele askeri anlamda kafa tutması ise elbette mümkün değil. Bu bağlamda Tayvan’ın en büyük güvencesi, şimdiye kadar her zaman arkasında hissettiği ABD’nin desteği. Başka bir deyişle, Kuzey Kore sorunu yanında Tayvan sorunu da Çin-ABD ilişkilerini doğrudan ilgilendiriyor.

Çin’in geleceği, dünyanın geleceği

2017’nin sonbaharında 19. kongresini toplayacak olan Çin Komünist Partisi, ülkenin bundan sonra izleyeceği yol hakkında kararlar alırken tüm bu jeopolitik ve jeoekonomik dengeleri dikkate almak zorunda kalacak. Büyüme hızı giderek yavaşlayan Çin ekonomisinin geleceği; facia sınırlarına ulaşan ülkedeki ekolojik sorunlar; Avrasya coğrafyasındaki (Türkiye dahil) çok sayıda ülkeyi ilgilendiren “Tek Kuşak, Tek Yol(One Belt, One Road – OBOR) projesi; ayrıca Cibuti’de askerî bir üs kurarak Afrika’daki etkisini perçinleyen bu ülkenin savunma politikaları tüm dünyayı ilgilendiriyor.

Bir yandan Afrika’daki varlığını sağlamlaştıran Çin, diğer yandan gözlerini kuzeye dikmiş durumda. Ticaretinin önemli bir kısmını deniz yoluyla yapan Pekin, bu yüzden Malakka Boğazı ve Hint Okyanusu’na bağımlı. “Tek Kuşak, Tek Yol” projesi ise içerdiği otoyol ve demiryolu ağları sayesinde yük taşımacılığında kara ulaşımının önemini arttıracak. Ancak bu da tek başına bir çözüm değil. Bu nedenle Çin, şimdiye dek pek kullanılmayan, ancak küresel ısınma nedeniyle yılda üç ay da olsa yük gemilerinin seyrüseferine müsait hale gelen Kuzey Buz Denizi’ni daha etkin kullanmanın yollarını arıyor. İkinci uçak gemisini bu sene denize indiren Çin’in, buzkıran işlevi olan firkateynler de inşa etmeye başlaması herhalde boşuna değil. Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesindeki yakın müttefiki Rusya’nın bu konuda ne düşündüğünü henüz bilmiyoruz; ancak ABD, Kanada ve Norveç başta olmak üzere Kuzey Buz Denizi’ne sahildar pek çok üyesi bulunan NATO’nun bu gelişmeleri dikkatle izlediği kesin.

Batı’da daha çok oynanan satrancın aksine Doğu Asya’da çok yaygın olan Go oyununun temel prensibi, rakibin taşlarını hızla alıp onu bertaraf etmek değil, oyun tahtasında yavaş yavaş alan hakimiyeti kurup rakibi hareket edemez hale getirmektir. Doğu Asya’daki devletlerin stratejilerini anlamlandırmak, bu kritik coğrafyadaki dengeleri daha iyi tahlil etmek ve riskleri ölçmek için, bu toplumların Akdeniz havzasında yaygın olan felsefe ve düşünce akımlarından çok daha farklı referanslarla hareket ettiklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bunu yapmak önemli, zira küresel dengeler o coğrafyadaki güçler lehine hızla değişiyor.

Ekran Resmi 2017-07-14 21.41.45


[1] Tayvan’daki hükümetin meşru Çin hükümeti olduğu iddiası Soğuk Savaş şartlarında Batılı devletler tarafından da bir dönem kabul görmüş, hatta bu hükümet 1945-1971 arasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Çin’e tahsis edilmiş olan daimî üyelik makamını işgal etmişti. Bu durum ancak ABD Başkanı Richard M. Nixon’un Kızıl Çin ile yakınlaşma siyaseti sonucu değişebildi.

Not: Bu yazı Sosyal Demokrat Dergi’nin 79./80. (Temmuz-Ağustos 2017) sayısı için kaleme alınmıştır. 

ABD-Çin İlişkilerinde Yeni Dönemeç

Ekran Resmi 2017-03-19 22.20.49

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un 18-19 Mart 2017 tarihlerindeki Pekin ziyareti, Donald Trump’ın başkanlığı altında ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceğinin işaretlerini verdi. Ziyaret sırasında “karşılıklı saygı” ve “kazan-kazan” ifadeleri bolca kullanıldı.

Gerçi Başkan Trump, Tillerson‘un tam da Çin’e ulaştığı saatlerde kendini tutamayıp yine twitter’a sarıldı ve Çin’i Kuzey Kore konusunda eleştiren bir tweet attı. Tillerson ise Çinli muhatapları karşısında genelde alttan alan bir üslup benimsedi. Zaten Çin basını da bu ziyaretten “Pekin için diplomatik bir zafer” diye bahsediyor.

Tillerson’un “karşılıklı saygı” vurgusu Çinli yetkililerin kulağına özellikle hoş gelen bir ifade; zira Pekin yönetimi bunu “Çin’in temel çıkarlarına ABD’nin zarar vermek istemediği” şeklinde yorumluyor. Çinli yöneticilerin ülkenin toprak bütünlüğü ve “tek Çin” politikası hakkında neredeyse takıntı düzeyine varan hassasiyeti bilinir. Bu çerçevede Pekin yönetimi Tayvan, Tibet ve Uygur sorunları hakkında dışarıdan gelen en ufak bir eleştiriyi dahi tahammül edilmez addeder.

Ziyaret sırasında ABD ve bölgedeki müttefikleri ile Çin arasında ciddi sürtüşmeye yol açan Çin Denizi’ndeki paylaşım mücadelesine fazla değinilmediği de anlaşılıyor.

Tüm bu ılımlı duruş karşılığında ABD’nin Çin’den ekonomik ve stratejik beklentileri var; bunlara Kuzey Kore’nin yola getirilmesi de dahil. Rex Tillerson, Çin’den hemen önce ziyaret ettiği Güney Kore’de bu konunun bilhassa altını çizdi; Kuzey Kore’nin nükleer programının durdurulması gerektiğini söyledi ve askeri müdahale dahil her türlü seçeneğin masada olduğunu hatırlattı. Zaten Donald Trump’ın attığı tweet de Kuzey Kore konusunda Çin oynayabileceği role işaret ediyordu.

Ekran Resmi 2017-03-19 22.59.21
Kuzey Kore füzelerinin menzili Avrupa kıtasına kadar ulaşıyor; ancak henüz Alaska Eyaleti hariç ABD’yi vuracak kadar da geniş değil

Aslında Kuzey Kore konusunda işler tahmin edildiğinden daha karmaşık. Yakın zamanda bu ülkenin gerçekleştirdiği balistik füze denemeleri üzerine ABD Güney Kore’ye THAAD (Terminal High Altitude Air Defense) adını taşıyan bir hava savunma sistemi kurma kararı aldı; Mart ayı başlarında da bu sistemin parçaları Güney Kore’ye ulaştırıldı. Resmi olarak THAAD, ne yapacağı hiç belli olmayan Kuzey Kore’ye yönelik bir tedbirden ibaret; oysa bu sistemin konuşlandırılmasına en sert tepkiyi gösteren Çin oldu.

Çinli yetkililer bu sisteme ait radarların Çin topraklarının tamamını denetleyecek kadar gelişmiş olduğunu söylüyor; dolayısıyla ABD’nin amacının sadece Kuzey Kore ile sınırlı olmadığını iddia ediyor. Kısaca Pekin yönetimine göre, THAAD sistemi sayesinde ABD aslında Çin’i kontrol etmek derdinde. Ayrıca Çin, THAAD füze savunma sisteminin orta menzilli füzeleri engellemek için tasarlandığını, tek hedef Kuzey Kore olsaydı kısa menzilli füzeleri hedef alan başka bir sistemin yeterli olacağını iddia ediyor.

Bu füze savunma sisteminin konuşlandırılmasına Çin o kadar büyük tepki gösterdi ki, iş Güney Kore mallarına boykot uygulamaya ve Çinli turistlerin turlarının iptaline kadar vardı.  

Asıl ilginç olan, Çin’in Kuzey Kore’nin füze denemelerine de sert tepki göstermiş olması. Kuzey Kore’nin iplerinin Çin’in elinde olduğuna genellikle inanılmakla beraber, Pekin ve Pyongyang arasında aniden patlak veren söz düellosu, Doğu Asya’daki denklemin bu kadar da basit olmadığını gösterdi. Çin yönetimi Kuzey Kore’yi kınamakla yetinmedi, bir yıl boyunca bu ülkeye kömür ambargosu uygulayacağını da ilan etti. Bu ambargo iki ülke arasındaki ticaret hacminin üçte biri anlamına geliyor, yani sembolik olmaktan öte sonuçlar yaratacak bir tedbir.

Tabii Çin’in tepkisinin esas nedeni füze denemelerinin kendisi mi, yoksa Kim Jong-un rejiminin ABD’nin eline koz verdiğini düşünmesi mi, orası çok kesin değil.

Dolayısıyla Tillerson’ın temasları nispeten olumlu geçmiş olsa bile, THAAD krizinin de gösterdiği üzere, Çin ile ABD arasındaki tüm pürüzler giderilmiş değil.

ABD’nin yeni başkanı tüm bu konuları Çin’in bir numaralı ismi Xi Jinping ile yüzyüze konuşma imkanını nasılsa kısa süre içinde bulacak. Xi, Nisan ayı başında ABD Başkanı’nın Florida’daki (Trump’ın Güney Beyaz Saray diye adlandırdığı) malikanesini ziyaret edecek. Bu ziyaret o kadar önemli ki Dışişleri Bakanı Tillerson, 5-6 Nisan tarihlerinde yapılacak NATO Dışişleri Bakanları zirvesine katılmaktan bile vazgeçti. Tillerson, Çin Devlet Başkanı’nı Trump ile birlikte ağırladıktan hemen sonra da Putin’le görüşmek üzere Rusya’ya gidecek.

Trump yönetiminin NATO’ya verdiği (ya da daha doğrusu vermediği) önemi böylelikle tüm dünya bir kez daha görmüş de oldu. Fakat kimsenin Çin’e önem vermeme lüksü yok.

Ekran Resmi 2017-03-19 22.58.01