Sri Lanka: Asya-Pasifik IŞİD’in yeni cephesi mi ?

Ekran Resmi 2019-04-26 11.45.42

Paskalya bayramına denk gelen 21 Nisan 2019 Pazar günü Sri Lanka’da gerçekleştirilen terör saldırıları ülkenin en kanlı günü olarak tarihe geçti. İkisi Katolik, biri Protestan üç kilisenin yanı sıra üç lüks otele yönelen terör saldırısı 300’e yakın insanın hayatına mal oldu. Bu boyutta bir saldırıyı Irak ve Suriye’deki son toprak parçaları da elinden giden IŞİD/DAİŞ’in üstlenmiş olması Sri Lanka’yı yakından takip eden uzmanları bile şaşırtan bir durum.

Eski bir Britanya sömürgesi olan Sri Lanka, siyasal şiddetten ya da terör olaylarından uzak bir ülke değil. Ülkenin yakın tarihine damgasını vuran LTEE – Tamil Kaplanları‘nın isyanı (1983-2009), ve toplam 100 bin kişinin hayatına mal olan bu isyanın bastırılma biçimi halen tartışılıyor. Ancak LTTE’nin en etkin olduğu dönemde bile ülkede bu çapta bir saldırı düzenlenmemişti. Üstelik LTTE’nin intihar saldırıları konusunda hiç çekingen davranmadığı ve bu saldırılarda bilhassa kadın eylemciler kullandığı da biliniyor.

22 milyon nüfuslu Sri Lanka dinsel şiddetle de yeni tanışmıyor. Ülke nüfusunun %70’i Budist, %13’ü Hindu, % ’u Müslüman ve %7’si Hıristiyanlardan oluşuyor. Ancak şimdiye kadarki şiddet olayları genellikle Budistlerle Müslümanlar ya da Budistlerle Hıristiyanlar arasında cereyan ediyordu. Ülkedeki dinsel azınlıklara karşı nefret söyleminde bulunan radikal Budist gruplar yıllardır faaliyette ve büyük ölçüde Birmanya (Myanmar)’da bulunan Rohingya karşıtı Budistlerin söylemlerinden etkileniyorlar. Bu çerçevede son olarak 2018 Mart ayında Kandy şehrinde Budistlerin Müslümanlara ait ev ve dükkanlara saldırdığı olaylar yaşanmıştı.

Ekran Resmi 2019-04-26 11.47.23
1,5 milyon Hıristiyanın yaşadığı Sri Lanka’da bu din 16. yy’da Portekizli misyonerlerin gelişiyle yaygınlaştı. 

Her ne kadar ülkede NTJ ve JMI isimli iki ayrı radikal İslamcı örgütün varlığı bilinse de, bu örgütler şimdiye kadar ülkedeki bir başka azınlık grubu olan Hıristiyanları hedef aldıkları kayda değer bir eylem gerçekleştirmemiş.

Gerçi saldırının sadece kiliselere değil, yabancı turist ve işadamlarının konakladığı lüks otel zincirlerine de yöneltilmiş olması, olayı sadece Sri Lanka’nın yerel dengeleriyle açıklama imkânı olmadığını gösteriyor. Doğrudan ya da dolaylı olarak “Batı”yı temsil ettiğine inanılan mekanların eş zamanlı olarak vurulmuş olması, Sri Lanka’nın Batı’yla olan ilişkilerinin de hedef alındığını düşündürüyor.

2015 yılında ülkeye Başbakan olan Wickremesinghe, selefi Rajapakse’nin aksine, Çin’le yakınlaşma stratejisini tehlikeli bulmuş ve ülkenin Batı’yla bozulmuş olan ilişkilerini tamire girişmişti. Bu açıdan Sri Lanka’nın yeni hükümeti son dönemde özellikle Hindistan ve Japonya’yla ilişkileri geliştirmeye çalışıyordu. Ülkedeki Çin etkisinin dengelenmesi ihtiyacının özellikle Hambantota limanının başına gelenlerden sonra daha da önem kazandığını vurgulamak gerekiyor.

2010 yılında Çin tarafından inşası finanse edilen ve Çinli bir firmaya yaptırılan Hambantota Limanı, Sri Lanka’Çin’e karşı ödeyemeyeceği bir kredi borcunun altına soktu. Bu kredinin silinmesi karşılığında 2017 yılında liman ve çevresindeki 6 bin hektar arazi 99 yıllığına Çin yönetimine devredildi.

Ekran Resmi 2019-04-26 11.46.35

Eylemi gerçekleştiren biri kadın sekiz intihar bombacısının hepsinin Sri Lanka’lı orta üst sınıf ailelere mensup olduğu açıklandı. Biri İngiltere’de üniversite okumuş, bir diğeri Avustralya’da master yapmış, ikisi kardeş olup zengin bir işadamının oğulları olan bu teröristlerin nasıl ve ne şekilde IŞİD’in militanı haline dönüştükleri henüz bilinmiyor. Bu süreçte hangi üçüncü aktörlerin rol oynadığı da henüz aydınlığa kavuşmuş değil. Hindistan basını ise şimdiden Pakistan gizli servislerinin bir şekilde bu işin içinde olduğunu yazmaya koyuldular bile.

Saldırı 2019 yılı sonunda cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanan Sri Lanka’da iç siyasi dengeleri de sarstı. Başbakan Wickremesinghe ile açık savaş halindeki Cumhurbaşkanı Sirisena, hükümetin saldırıya dair istihbarat aldığını ama gereğini yapmadığını iddia ederken, hükümete yakın çevreler ise cumhurbaşkanının saldırı günü bulunduğu Singapur’dan hemen geri dönmemiş olmasını eleştiriyor. Ülke siyasetini yakından gözlemleyenler ise bürokrasi içindeki cumhurbaşkanı yanlıları-başbakan yanlıları arasındaki gerilim ve bölünmenin güvenlik zaafı yarattığını ve istihbarat akışını yavaşlattığını iddia ediyor. Nitekim başta 359 olarak açıklanan ölü sayısının “yanlış saymışız” denilerek iki gün sonra 290 olarak güncellenmesi bile devletin işleyişinde bir takım sorunlar yaşandığının kanıtlıyor.

15 Mart’ta Yeni Zelanda-Christchurch’te yaşanan camii saldırısının intikamının alındığını iddia eden IŞİD ise, hiç beklenmediği bir coğrafyada ortaya çıkmış olmaktan ve Ortadoğu’daki kayıplarına rağmen kendinden söz ettirmekten memnun. Radikal İslamcı terör tehdidinin giderek Asya-Pasifik bölgesine kaymakta olması yeni bir olgu değil. Son iki-üç yılda Afganistan, Endonezya ya da Filipinlerde IŞİD’e biat eden örgütlerin sayısının giderek artıyor olması “Doğu’ya kayış” eğiliminin hızlandığını gösteriyor. Sri Lanka eylemleri de bu eğilimin perçinlendiğini gösteriyor.


 

 

 

Somali: bir askeri üs ve ötesi

Ekran Resmi 2017-10-07 22.04.26
Hasan Şeyh Mahmud liderliğindeki Somali Federal Hükümeti, başkent Mogadişu ve etrafındaki küçük bir coğrafyaya hükmediyor

Afrika Boynuzu’nda stratejik bir konuma sahip Somali‘nin ismi kargaşa, iç savaş ve sefaletin eş anlamlısı gibi. Türkiye’nin yurt dışındaki en büyük askeri üssü bu ülkenin başkenti Mogadişu yakınlarında geçtiğimiz günlerde faaliyete geçti. Yaklaşık 200 askerin görev yapacağı üs bir eğitim merkezi olarak hizmet verecek. Amaç Somali ordusunu güçlendirmek ve kendi kendini savunabilecek hale getirmek.

Bağımsızlığına kavuştuğu 1960’dan bu yana türlü türlü istikrarsızlıkla boğuşan Somali, 1990 yılına gelindiğinde tam bir iç savaş ortamına sürüklenmişti. Ülkenin büyük bölümü çeşitli kabilelere dayanan farklı silahlı örgütlerin denetimi altına girmiş ve Devlet Başkanı Siyad Barre başkent Mogadişu’yu terk ederek kendi kabilesinin yaşadığı bölgeye çekilmişti. 

Kısa süreli ateşkesler ve çatışmalardan oluşan bir kısır döngüye kapılan ülkede 1992’de kuraklık sorunu da baş gösterdi ve komşu ülkelere yönelik bir mülteci akını başladı. 

Bunun üzerine Birleşmiş Milletler ülkeye gıda yardımında bulunma kararı aldı. Gıda dağıtımını yürütecek BM görevlilerini korumak üzere aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerin katıldığı bir barış gücü, “Restore Hope” isimli askeri operasyon kapsamında Somali’ye gönderildi. Bu müdahale – pek çok uluslararası müdahalede olduğu gibi –  ülkedeki koşulların daha da içinden çıkılmaz hale gelmesine neden oldu.

Ekran Resmi 2017-10-07 22.03.43
Kara Şahin Düştü filminde tasvir edilen Somali’deki kargaşa ortamı yakın zamanda yatışacağa benzemiyor

Çatışmalar dindirilemediği gibi, yardım çalışmaları da etkin bir biçimde yürütülemedi. Üstelik Sudan ve İran’ın desteklediği Muhammed Farah Aydid’e bağlı milisler BM barış gücünü hedef almaya başladı. Bunun üzerine Mart 1994’ten itibaren önce ABD, ardından diğer ülkeler, askerlerini çekmeye başladı ve Somali kaderine terk edildi. 

Bu arada ülkenin değişik bölgelerindeki kabileler Somaliland, Jubaland, Hiranland ya da Puntland gibi isimler altında, uluslararası planda tanınmayan bağımsız ülkeler kurduklarını ilan ettiler. Böylelikle Somalifailed state” (başarısız/çökmüş devlet) kavramının en “iyi” örneklerinden biri haline geldi.

2000’li yıllarda zaman zaman Etiyopya ordusunun da müdahale ettiği iç savaş devam ederken, Somali toprakları Doğu Afrika sahillerinde faaliyet gösteren korsanların ana üssü haline geldi. Dünya deniz ticaretinin üçte birinin geçip gittiği sulardaki bu güvenlik riski NATO‘nun Hint Okyanusu‘nda devriye operasyonları başlatmasının gerekçesi oldu.

Yine 2000’li yıllarda El-Kaide, eş-Şebaab ve IŞİD gibi örgütler ülkedeki iç savaşın aktörleri arasına katıldılar.

Uluslararası terör örgütleri ve küresel deniz ticareti derken Somali‘deki sorunların yerel dengeler içinde çözülmesi iyice imkansız hale geldi; hem küresel güçlerin oyuna girmesini teşvik eden, hem de çok sayıda bölgesel sorunun birbirine eklemlenmesine neden olan bir zemin ortaya çıktı.

Türkiye’nin Somali’deki askeri varlığı, aslında ABD’nin şimdiye dek bizzat yapamadığını bu kez bir NATO müttefikinin yapmaya çalışması anlamına geliyor. Bu sayede, yeni bir uluslararası müdahale gerçekleştirmeden, Somali hükümetini terör örgütleriyle kendi başına mücadele edebilir hale getirmek arzulanıyor.

Bütün bu gelişmeler Somali’nin komşusu Cibuti‘de 2017 başlarında faaliyete geçen ve Çin’in Afrika kıtasındaki ilk askeri üssü olan tesislerde de herhalde yakından takip ediliyordur. 

Ekran Resmi 2017-10-07 22.05.07


Bir Demokrasi İkonunun Yükselişi ve Düşüşü: Aung San Suu Kyi

Ekran Resmi 2017-09-21 00.07.09
 “Güç yozlaştırmaz; ama gücü kaybetme korkusu yozlaştırır”
                                                                                                               Aung San Suu Kyi

Myanmar’da (ya da eski adıyla Birmanya’da) Arakan’lı Müslümanlar etrafında yaşanan insanî kriz devam ederken, ülkenin yöneticisi (anayasadaki ifadeyle “Devlet Danışmanı”) Aung San Suu Kyi’nin sessizliği dikkat ve tepki çekmeye devam ediyor.

Aung San Suu Kyi, 19 Eylül günü Myanmar parlamentosu kürsüsünden (konuşma İngilizce yapıldığına göre) öncelikle uluslararası kamuoyuna konu hakkında  seslendi. Ancak konuşmanın içeriği o kadar zayıftı ki, yabancı başkentleri tatmin etmek mümkün olmadı.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres daha birkaç gün önce, “19 Eylül konuşması önemli bir fırsat olabilir” demişti; olamadı. Şimdi o da hayal kırıklığını ifade edenler kervanına katılacak.

Ülkesindeki askerî cuntaya karşı verdiği mücadele nedeniyle uzun yıllar bir demokrasi kahramanı olarak Batı’nın gözbebeğine dönüşen Aung San Suu Kyi, şimdi BM’nin Rohingya‘lara (yani Arakan eyaletinde yaşayan Müslümanlara) karşı “etnik temizlik” olarak tanımladığı askeri operasyonlar hakkındaki sessizliği nedeniyle eleştiri bombardımanına tutuluyor; hatta Nobel Barış Ödülü’nün geri alınması isteniyor.

Belki de Aung San Suu Kyi bir demokrasi ikonu olarak bu kadar göklere çıkarılmamış olsaydı, kendisi hakkındaki hayal kırıklığı da bu kadar büyük olmayacaktı.

15 yıl süreyle ev hapsinde tutulan Aung San Suu Kyi, 1991 yılında kendisine barış ödülü verilirken, Nobel komitesi tarafından, “insan doğasının iyi yanlarının mükemmel bir örneği, lekesiz bir kahraman” şeklinde tarif edilmişti. Aung San Suu Kyi sadece Nobel komitesinin ilgisine mahzar olmadı. 1990 yılında Saharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü, 1993’te Nehru Uluslararası Anlayış Ödülü, 2005 Olof Palme İnsan Hakları Ödülü, 2008’de Amerikan Kongresi’nin altın madalyası, 2012’de Vaclav Havel Yaratıcı Muhalefet Ödülü ve nihayet Fransa’nın Légion d’honneur nişanı da kendisine layık görüldü.

Aung San Suu Kyi’nin şöhretinin doruğunda olduğu dönem, kabaca ev hapsinde olduğu yıllara denk geliyor; 2011’de serbest bırakılmasıyla birlikte popülerliği de yavaş yavaş aşınmaya başladı. Yine de, mezunu olduğu Oxford ona 2012’de fahri doktora ünvanı verirken, onun “her türlü bağırış çağırıştan daha fazla gürültü kopartan sessizliğini” övmüştü.

Ev hapsinde tutulurken Aung San Suu Kyi hakkında yirmiden fazla hayat öyküsü yayınlanmış, saçına tutturduğu çiçekler şiirlere konu olmuş, şarkılar bestelenmiş, resimleri tişörtlerden kupalara sayısız objeye basılmıştı. İrlandalı grup U2 davasına destek olmak için konserler vermiş; Paul McCartney, Eric Clapton ve Sting ortak bir albüme imza atmış, Luc Besson 2011’de gösterime giren The Lady filminde onu adeta yaşayan bir azize mertebesine çıkartmıştı.

Bu hayranlık, hatta neredeyse tapınma hali, Aung San Suu Kyi’nin yürüttüğü siyasi mücadeleye kuşkusuz büyük destek oldu; ancak bir taraftan da onu eleştirilemez bir ikona dönüştürdü. Özellikle Batılı üniversite ve basın çevrelerinde kişiliği ve düşünceleri hakkında en ufak bir kuşku dile getirilmesi yakın zamana dek düşünülemezdi.

Yükseldikçe Düşmek

Derken Myanmar’ın sivilleşme süreci sayesinde partisi Demokrasi için Ulusal Lig (LND) 2015’te parlamento çoğunluğunu elde etti ve 2016 Nisan ayında Aung San Suu Kyi ülkenin başına geçti. On yıllar süren demokrasi mücadelesi nihayet hedefine ulaşmıştı. Elbette bu durum, ülkede iktidarı elli yıl boyunca elinde tutan ordunun kışlasına tamamen çekildiği anlamına gelmedi.

Ekran Resmi 2017-09-21 10.35.10
Büyük bir ekonomik güce sahip olan Myanmar ordusu, parlamentodaki sandalyelerin yüzde 25’ini ve hükümette üç bakanlığı (İçişleri, Savunma ve Sınırlar) elinde tutmaya devam ediyor

Göreve gelmesinden itibaren Aung San Suu Kyi, kendisinden beklenen ekonomik, sosyal ve siyasal reformları hızla gerçekleştirmediği için Batı tarafından yavaş yavaş eleştirilmeye başlandı. Ancak 25 Ağustos 2017’den bu yana Arakan’da yaşananlar nedeniyle karşılaştığı uluslararası eleştiri dalgası, öncekilere göre çok daha şiddetli.

Aung San Suu Kyi, göreve gelir gelmez BM’nin eski Genel Sekreteri Kofi Annan’dan Arakan’daki “Bengalî Müslümanların* durumlarına dair” bir rapor hazırlamasını istemişti. Annan raporunda, sorunun temelinde Rohingya’ların haymatlos (vatansız) olmasının yattığını belirterek, kuşaklardır bu bölgede yaşayan Müslümanlara artık Myanmar vatandaşlığı verilmesi gerektiğini ifade etmişti. Ancak Myanmar nüfusunun yüzde 88’ini oluşturan Budistlerin önemli bir kısmı Arakan’daki Müslümanların, Myanmar bir Britanya sömürgesiyken (1885-1948) Hindistan’dan ve bugünkü Bangladeş’ten gelen “yasadışı göçmenler” oldukları kanaatine sahip. Dolayısıyla onlara vatandaşlık verilmesi fikrini desteklemiyor. Aung San Suu Kyi’nin bu konuda ülkesindeki çoğunluktan farklı düşündüğüne dair bir emare de yok.

Aslında Arakan’lı Müslümanların yaşadıkları sıkıntılar da, Aung San Suu Kyi’nin bu konudaki sessizliği de yeni değil. Arakan’da 2012 ve 2013’te yaşanan olaylar sırasında da Nobel ödüllü muhalif sessiz kalmış; ancak o dönemde, belki ev hapsinden yeni çıktığı ve hâlâ muhalefette olduğu için üzerine çok gidilmemişti. 2015’teki seçimlerde partisinden hiç Müslüman aday göstermemesi ya da 2016’da bir BBC röportajının kamera arkasında Müslüman karşıtı sözler ederken görüntülenmesi ise bardağı yavaş yavaş doldurdu. Yine aynı yıl, Aung San Suu Kyi, ülkesinde görev yapan yabancı diplomatlardan Arakan’lı Müslümanları tanımlamak için bir daha “Rohingya” kelimesini kullanmamalarını istemişti.

Aung San Suu Kyi artık gittiği ülkelerde protesto gösterileri ile karşılanan, uluslararası basının hakkında “meğer  şoven bir milliyetçi miymiş?” minvalinde yazılar kaleme aldığı bir figüre dönüştü. İktidarı kaybetmemek ve orduyla iyi geçinmek uğruna demokrasi ve insan hakları prensiplerini feda ettiği iddia edilen Aung San Suu Kyi’nin Myanmar’ın başına geçtikten sonra Batı basınına verdiği mülakatlar da giderek seyrekleşti.

En büyük rahatsızlık ise, vaktiyle onun davasını Batı’da gönüllü olarak üstlenen insan hakları savunucularında ve kamuya mal olmuş şahsiyetlerde gözlemleniyor. Hatta bunların tepkileri bazen o kadar sert, şahsi ve duygusal ki, sözleri aşk acısı çekenlerin sarf ettiklerine benziyor. Kimileri kendilerini temize çıkarma kaygısı içindeyken; bir zamanlar kendisine “yakın arkadaşım” diyen Hillary Clinton ya da Laura Bush gibi isimler tamamen sessiz kalmayı tercih ediyor.

Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, geriye doğru bir okuma yapıldığında, Aung San Suu Kyi’nin iktidara geldikten sonra  yapacaklarına dair çok da detaylı sözler vermeyip genel-geçer ifadelerle yetindiği, Arakan dahil pek çok somut sorunu es geçtiği fark edilebilir. Hatta iktidara gelmeden önce yaptığı bazı konuşmalarında, “ben bir azize değil, siyasetçiyim” tarzında konuştuğu da bir gerçek. En azından bu dürüstlüğünü kaydetmek lazım.

Gerçekten de o, ülkesindeki siyasal dengeleri, kamuoyunun hissiyatını, ordunun gücünü, ülkenin geleneksel müttefikleri Rusya’nın, ama özellikle de Çin’in etkisini her kararında (ya da kararsızlığında) hesaba katmak zorunda olan bir siyasetçi.

Kendisi galiba, herkesin kendince “ideal muhalif” hayaline uydurmaya çalıştığı; gerçekten öyle midir diye de pek sorgulamadığı bir şahsiyetti. Gecikmiş sorgulamalar ise belli ki biraz daha can yakıcı oluyor.

Belki de George Orwell’in (Mahatma Gandhi için söylediği), “aksi ispatlanana kadar tüm azizler suçlu kabul edilmeli” cümlesini ciddiye almak gerekiyordu.

Ekran Resmi 2017-09-21 00.08.30


* Aung San Suu Kyi, tıpkı ülkesindeki çoğunluk gibi, Arakanlı Müslümanların kendileri için kullandığı “Rohingya” adlandırmasını reddediyor

Doğu Asya’da Yeni Dengeler, Yeni Riskler

Ekran Resmi 2017-07-14 21.41.17

Uluslararası sistemin ağırlık merkezinin Avrupa-Atlantik havzasından giderek Asya-Pasifik havzasına doğru kaymakta olması, üzerinde çok yazılıp çizilen bir durum. Çin’in ABD ile birlikte artık dünyanın en büyük iki ekonomisinden biri haline geldiğini hatırlamak bile bunu durumu anlamak için yeterli.

1 milyar 300 milyon nüfuslu Çin yanında, dünyanın yedi büyük ekonomisinden biri olan Japonya; ASEAN çatısı altında bölgesel bütünleşme yolunda adım adım ilerleyen toplam 700 milyon nüfuslu Güneydoğu Asya ülkeleri; Soğuk Savaş döneminden miras bölünmüşlüğün üstesinden hâlâ gelememiş olan Kuzey ve Güney Kore; son olarak da ABD’yle “özel” ilişkisini sürdüren Tayvan, bu geniş coğrafyanın etkili oyuncuları. Tabii bu tabloya Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan Rusya’yı ve bölgede önemli askerî üsleri olan süper güç ABD’yi de eklemek gerekiyor. Çin’den bahsederken Hindistan’ı, Hindistan’dan bahsederken Pakistan ve Afganistan’ı, Güneydoğu Asya’dan bahsederken de Avustralya’yı denkleme dahil etmek gerektiği de ortada.

Kısacası, Doğu Asya’da olup bitenlerden söz etmek, küresel güç dengelerinin değişimini incelemek anlamına geliyor; zira Asya kıtasının doğu ucundaki bölgesel dengeler uluslararası sistemin temel yapıtaşlarından.

Yakıcı Sorun: Kuzey Kore

Tam da bu nedenle, Asya’nın doğusunda ortaya çıkan herhangi bir güvenlik riski ya da istikrarsızlık, sistemin bütünü için endişe kaynağı. Dolayısıyla, örneğin Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme faaliyetlerinin ya da balistik füze denemelerinin dünya kamuoyunu bu derece meşgul etmesinde şaşılacak bir durum yok.

İktidarın babadan oğula devredildiği Kuzey Kore, gerçekten de dünyanın en büyük güvenlik risklerinden birini oluşturuyor. Kim Jong-Un yönetimindeki Pyongyang rejimi, 4 Temmuz 2017’de gerçekleştirdiği balistik füze denemeleriyle birlikte artık 10 bin kilometre menzilli misillere sahip olduğunu, dolayısıyla Kuzey Amerika’yı vurabilecek kapasiteye ulaştığını iddia ediyor. Dünyanın en kapalı rejimlerinden biriyle yönetilen Kuzey Kore’nin resmî açıklamalarına ne kadar itimat etmek gerekir, ayrı konu; ancak bu riskin uluslararası toplum tarafından ciddiye alındığı tartışma götürmez.

Kuzey Kore’nin nükleer silaha ve kıtalararası balistik misillere sahip olması, hemen sağa sola füze fırlatacağı anlamına gelmiyor; ancak ne yapacağı öngörülemeyen bir rejimin bu tür bir imkana sahip olması bile başlı başına endişe verici. Bu noktada riski arttıran bir diğer unsur ise ABD’nin de nispeten öngörülemez bir ülke haline gelmiş olması. 20 Ocak 2017’de Beyaz Saray’a yerleşen Donald J. Trump’ın Kuzey Kore konusuna özel bir ilgi duyduğu ve bu sorunu sık sık gündeme getirdiği biliniyor.

Kuzey Kore meselesiyle meşgul olan ilk ABD başkanı elbette Trump değil. Bill Clinton da, George W. Bush da, Barack Obama da bu sorunla yakından ilgilendiler, ancak şimdiye kadar denedikleri tüm yöntemler başarısızlığa uğradı. Ne çok taraflı müzakereler, ne ekonomik yardımlar, ne Birleşmiş Milletler yaptırımları, ne diplomatik baskılar, ne de gizli operasyonlar Pyongyang’daki rejimi dönüştürmeye yetmedi.

Başkan Trump zaman zaman “Kim Jong-Un’la gerekirse yüz yüze görüşürüm” gibi çıkışlar yapıyor olsa da, Kuzey Kore’ye askeri müdahale seçeneğinin masada olduğunu vurgulamaktan da geri kalmıyor. Nükleer silaha sahip bir Kuzey Kore’ye müdahale etmek çok kolay olmasa da, kesin olan bir şey var: Trump’ın mesajları Pyongyang’dan ziyade Pekin’e yönelik. Kuzey Kore rejiminin bölgedeki tek destekçisinin Çin olduğu, hatta Çin’in yardımları olmasa bu ülkenin ekonomisinin ayakta kalamayacağı biliniyor. Zaten bu yüzden Trump, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i sürekli olarak “Kuzey Kore hakkında bir şeyler yapmaya” davet ediyor.

Çin-ABD ilişkileri ve bölgesel güçler  

Çin yönetimi Kuzey Kore üzerinde zannedildiği kadar büyük bir etkisi olmadığını iddia ededursun, Çin’in bu ülkeyi ABD’ye ve ABD’nin bölgedeki müttefiklerine karşı bir araç olarak kullandığı izlenimi gayet yaygın. Pekin yönetiminin Kuzey Kore rejiminin çökmesi halinde gerçekleşebilecek büyük bir mülteci kriziyle uğraşmak istemediği ya da adeta bir tampon bölge rolü üstlenmiş olan bu ülke ortadan kalkarsa Kore yarımadasının tamamen ABD etkisine girmesinden hoşlanmayacağı da açık.

Fakat Kuzey Kore’nin bir tehdit olarak var olması her zaman Çin’in istediği sonuçları vermiyor, çünkü bu tehdidin varlığı, Güney Kore, Japonya ve Tayvan gibi zaten ABD’nin müttefiki olan ülkeleri Washington’a iyice yakınlaştırıyor. Çin bu durumdan öylesine rahatsız ki, Kuzey Kore tehdidini gerekçe göstererek ABD menşeli THAAD füze savunma sistemini 2017 başlarında ülkesinde konuşlandıran Güney Kore hükümetini Kuzey Kore’den bile daha sert ifadelerle kınayan Pekin oldu.

Benzer biçimde, Kuzey Kore tehdidi Japonya tarafından da dikkatle izleniyor. İkinci Dünya Savaşı’nın mağlup gücü olarak 1945-1952 arasında ABD işgalinde kalan, hatta anayasası bile ABD tarafından yazılan Japonya, aynı zamanda (Hiroşima ve Nagazaki hatırlanacak olursa) insanlık tarihinde nükleer saldırıya uğramış tek ülke. Kuzey Kore’nin Japonya’yı nükleer saldırıyla açıkça tehdit ettiği de bir sır değil. Bu durum, Japonya’nın bir takım radikal kararlar alması için gerekçe oluşturuyor.

Savaş sonrası yürürlüğe konan anayasa ile Japonya’nın silahlı kuvvetlere sadece savunma amaçlı olarak ve sınırlı sayıda askerle sahip olmasına izin verilmişti. Hatta Japon anayasasının 9. maddesi, bu ülkenin savaşa girmesini kesin bir dille yasaklamıştı. Ancak bu “barışçılık” ilkesi 1990’lardan itibaren yavaş yavaş yumuşatılmış; 9. madde değiştirilmese de yeniden yorumlanmıştı. Japonya bu sayede 1992’den itibaren BM barışı koruma operasyonlarına asker yollamaya başlamış, 2007 yılında ise İkinci Dünya Savaşı sonrası kaldırılan Savunma Bakanlığı yeniden kurulmuştu.

2014’te ise Başbakan Shinzo Abe’nin öncülük ettiği yeni bir kanunla savaş yasağı “yararlı barışçılık” adı altında yeniden yorumlandı. “Barışçılık” ilkesinin sulandırılmaması gerektiğini savunan kesimlerin protesto gösterilerine rağmen kabul edilen bu kanun sayesinde Japonya artık “saldırıya uğrayan bir müttefikine yardım amacıyla” savaşlara katılabilecek.

Ekran Resmi 2017-07-14 21.50.04

Güney Kore’nin askeri anlamda ABD ile ilişkilerini sıkılaştırması ve Japonya’nın askeri konulardaki tabularından giderek kurtuluyor olması sadece Kuzey Kore tehdidi ile açıklanabilecek bir durum değil. Bölge ülkeleri Çin’in dış politikasının da giderek askeri bir vurgu taşımaya başladığını fark ediyor ve bunu bir risk olarak görüyor. Çin Denizi’ndeki ada, adacık ve kayalıkların paylaşımından doğan krizler de bu tehlikeli ortamın arka planını oluşturuyor.

Çin Denizi’nde Paylaşım Sorunu

Çin Denizi’ndeki paylaşım kavgası aslında yeni bir durum değil, ancak dünya gündeminin ön sıralarına doğru hızla tırmanıyor. Çin’in bu deniz sahasına olan ilgisi hem güvenlik kaygılarından, hem Çin’de iyiden iyiye kabaran milliyetçi duygulardan, hem de buradaki doğal zenginliklerden kaynaklanıyor.

Dünyanın en büyük enerji tüketicilerinden biri olan Çin’in bulabildiği her doğalgaz ve petrol kaynağına ihtiyacı olduğu bir sır değil. Ancak Pekin yönetiminin Çin Denizi’ndeki her girişimi aynı sahada hak iddia eden Güney Kore, Japonya, Tayvan, Vietnam, Filipinler gibi ülkelerin tepkisini çekiyor ve Doğu Asya’nın jeopolitiğini Güneydoğu Asya’daki oyuncuları da kapsayacak biçimde genişletiyor.

Bu coğrafyadaki aidiyet sorunları, karasuları ve kıta sahanlığı gerginlikleri birçok Doğu ve Güneydoğu Asya ülkesini ilgilendirse de, bunlar arasında Tayvan’ın durumu hepsinden hassas. 1949 yılında Mao Zedong’un gerçekleştirdiği devrim ertesi Çin anakarasından kaçan Çan Kay-Şek ve onun Kuomintang Partisi tarafından kurulan Tayvan yönetimi, o tarihten bu yana kendini “Çin Cumhuriyeti” olarak adlandırmaya devam ediyor[1]. Pekin ise buna karşılık Taipei yönetiminin ayrılıkçı ve Tayvan adasının da Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu savunuyor. “Tek Çin Politikası” (One China Policy) olarak adlandırılan bu prensip sonucu, Pekin yönetimini tanıyan ve onunla diplomatik ilişki kuran hiçbir devletin Tayvan’ı tanıması mümkün değil.

1997 yılında Hong Kong’u, 1999’da ise Macao’yu “tek ülke, iki sistem” prensibi uyarınca, yani geniş özerklikler vererek kendine bağlayan Çin, Tayvan’ın da eninde sonunda bu yöntemle “anavatana” bağlanacağını savunuyor. Tabii burada önemli olan bu bağlanmanın nasıl temin edileceği. Pekin yönetimi resmi söylemde diplomasi ve müzakere araçlarını öne çıkarıyor olsa da, Çin ve Tayvan arasında zaman zaman askeri gerginlikler yaşandığı da bir gerçek. 23 milyon nüfuslu Tayvan adasının hem coğrafi hem de nüfus anlamında bir dev olan Çin’e tek başına, hele hele askeri anlamda kafa tutması ise elbette mümkün değil. Bu bağlamda Tayvan’ın en büyük güvencesi, şimdiye kadar her zaman arkasında hissettiği ABD’nin desteği. Başka bir deyişle, Kuzey Kore sorunu yanında Tayvan sorunu da Çin-ABD ilişkilerini doğrudan ilgilendiriyor.

Çin’in geleceği, dünyanın geleceği

2017’nin sonbaharında 19. kongresini toplayacak olan Çin Komünist Partisi, ülkenin bundan sonra izleyeceği yol hakkında kararlar alırken tüm bu jeopolitik ve jeoekonomik dengeleri dikkate almak zorunda kalacak. Büyüme hızı giderek yavaşlayan Çin ekonomisinin geleceği; facia sınırlarına ulaşan ülkedeki ekolojik sorunlar; Avrasya coğrafyasındaki (Türkiye dahil) çok sayıda ülkeyi ilgilendiren “Tek Kuşak, Tek Yol(One Belt, One Road – OBOR) projesi; ayrıca Cibuti’de askerî bir üs kurarak Afrika’daki etkisini perçinleyen bu ülkenin savunma politikaları tüm dünyayı ilgilendiriyor.

Bir yandan Afrika’daki varlığını sağlamlaştıran Çin, diğer yandan gözlerini kuzeye dikmiş durumda. Ticaretinin önemli bir kısmını deniz yoluyla yapan Pekin, bu yüzden Malakka Boğazı ve Hint Okyanusu’na bağımlı. “Tek Kuşak, Tek Yol” projesi ise içerdiği otoyol ve demiryolu ağları sayesinde yük taşımacılığında kara ulaşımının önemini arttıracak. Ancak bu da tek başına bir çözüm değil. Bu nedenle Çin, şimdiye dek pek kullanılmayan, ancak küresel ısınma nedeniyle yılda üç ay da olsa yük gemilerinin seyrüseferine müsait hale gelen Kuzey Buz Denizi’ni daha etkin kullanmanın yollarını arıyor. İkinci uçak gemisini bu sene denize indiren Çin’in, buzkıran işlevi olan firkateynler de inşa etmeye başlaması herhalde boşuna değil. Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesindeki yakın müttefiki Rusya’nın bu konuda ne düşündüğünü henüz bilmiyoruz; ancak ABD, Kanada ve Norveç başta olmak üzere Kuzey Buz Denizi’ne sahildar pek çok üyesi bulunan NATO’nun bu gelişmeleri dikkatle izlediği kesin.

Batı’da daha çok oynanan satrancın aksine Doğu Asya’da çok yaygın olan Go oyununun temel prensibi, rakibin taşlarını hızla alıp onu bertaraf etmek değil, oyun tahtasında yavaş yavaş alan hakimiyeti kurup rakibi hareket edemez hale getirmektir. Doğu Asya’daki devletlerin stratejilerini anlamlandırmak, bu kritik coğrafyadaki dengeleri daha iyi tahlil etmek ve riskleri ölçmek için, bu toplumların Akdeniz havzasında yaygın olan felsefe ve düşünce akımlarından çok daha farklı referanslarla hareket ettiklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bunu yapmak önemli, zira küresel dengeler o coğrafyadaki güçler lehine hızla değişiyor.

Ekran Resmi 2017-07-14 21.41.45


[1] Tayvan’daki hükümetin meşru Çin hükümeti olduğu iddiası Soğuk Savaş şartlarında Batılı devletler tarafından da bir dönem kabul görmüş, hatta bu hükümet 1945-1971 arasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Çin’e tahsis edilmiş olan daimî üyelik makamını işgal etmişti. Bu durum ancak ABD Başkanı Richard M. Nixon’un Kızıl Çin ile yakınlaşma siyaseti sonucu değişebildi.

Not: Bu yazı Sosyal Demokrat Dergi’nin 79./80. (Temmuz-Ağustos 2017) sayısı için kaleme alınmıştır. 

ABD-Çin İlişkilerinde Yeni Dönemeç

Ekran Resmi 2017-03-19 22.20.49

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un 18-19 Mart 2017 tarihlerindeki Pekin ziyareti, Donald Trump’ın başkanlığı altında ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceğinin işaretlerini verdi. Ziyaret sırasında “karşılıklı saygı” ve “kazan-kazan” ifadeleri bolca kullanıldı.

Gerçi Başkan Trump, Tillerson‘un tam da Çin’e ulaştığı saatlerde kendini tutamayıp yine twitter’a sarıldı ve Çin’i Kuzey Kore konusunda eleştiren bir tweet attı. Tillerson ise Çinli muhatapları karşısında genelde alttan alan bir üslup benimsedi. Zaten Çin basını da bu ziyaretten “Pekin için diplomatik bir zafer” diye bahsediyor.

Tillerson’un “karşılıklı saygı” vurgusu Çinli yetkililerin kulağına özellikle hoş gelen bir ifade; zira Pekin yönetimi bunu “Çin’in temel çıkarlarına ABD’nin zarar vermek istemediği” şeklinde yorumluyor. Çinli yöneticilerin ülkenin toprak bütünlüğü ve “tek Çin” politikası hakkında neredeyse takıntı düzeyine varan hassasiyeti bilinir. Bu çerçevede Pekin yönetimi Tayvan, Tibet ve Uygur sorunları hakkında dışarıdan gelen en ufak bir eleştiriyi dahi tahammül edilmez addeder.

Ziyaret sırasında ABD ve bölgedeki müttefikleri ile Çin arasında ciddi sürtüşmeye yol açan Çin Denizi’ndeki paylaşım mücadelesine fazla değinilmediği de anlaşılıyor.

Tüm bu ılımlı duruş karşılığında ABD’nin Çin’den ekonomik ve stratejik beklentileri var; bunlara Kuzey Kore’nin yola getirilmesi de dahil. Rex Tillerson, Çin’den hemen önce ziyaret ettiği Güney Kore’de bu konunun bilhassa altını çizdi; Kuzey Kore’nin nükleer programının durdurulması gerektiğini söyledi ve askeri müdahale dahil her türlü seçeneğin masada olduğunu hatırlattı. Zaten Donald Trump’ın attığı tweet de Kuzey Kore konusunda Çin oynayabileceği role işaret ediyordu.

Ekran Resmi 2017-03-19 22.59.21
Kuzey Kore füzelerinin menzili Avrupa kıtasına kadar ulaşıyor; ancak henüz Alaska Eyaleti hariç ABD’yi vuracak kadar da geniş değil

Aslında Kuzey Kore konusunda işler tahmin edildiğinden daha karmaşık. Yakın zamanda bu ülkenin gerçekleştirdiği balistik füze denemeleri üzerine ABD Güney Kore’ye THAAD (Terminal High Altitude Air Defense) adını taşıyan bir hava savunma sistemi kurma kararı aldı; Mart ayı başlarında da bu sistemin parçaları Güney Kore’ye ulaştırıldı. Resmi olarak THAAD, ne yapacağı hiç belli olmayan Kuzey Kore’ye yönelik bir tedbirden ibaret; oysa bu sistemin konuşlandırılmasına en sert tepkiyi gösteren Çin oldu.

Çinli yetkililer bu sisteme ait radarların Çin topraklarının tamamını denetleyecek kadar gelişmiş olduğunu söylüyor; dolayısıyla ABD’nin amacının sadece Kuzey Kore ile sınırlı olmadığını iddia ediyor. Kısaca Pekin yönetimine göre, THAAD sistemi sayesinde ABD aslında Çin’i kontrol etmek derdinde. Ayrıca Çin, THAAD füze savunma sisteminin orta menzilli füzeleri engellemek için tasarlandığını, tek hedef Kuzey Kore olsaydı kısa menzilli füzeleri hedef alan başka bir sistemin yeterli olacağını iddia ediyor.

Bu füze savunma sisteminin konuşlandırılmasına Çin o kadar büyük tepki gösterdi ki, iş Güney Kore mallarına boykot uygulamaya ve Çinli turistlerin turlarının iptaline kadar vardı.  

Asıl ilginç olan, Çin’in Kuzey Kore’nin füze denemelerine de sert tepki göstermiş olması. Kuzey Kore’nin iplerinin Çin’in elinde olduğuna genellikle inanılmakla beraber, Pekin ve Pyongyang arasında aniden patlak veren söz düellosu, Doğu Asya’daki denklemin bu kadar da basit olmadığını gösterdi. Çin yönetimi Kuzey Kore’yi kınamakla yetinmedi, bir yıl boyunca bu ülkeye kömür ambargosu uygulayacağını da ilan etti. Bu ambargo iki ülke arasındaki ticaret hacminin üçte biri anlamına geliyor, yani sembolik olmaktan öte sonuçlar yaratacak bir tedbir.

Tabii Çin’in tepkisinin esas nedeni füze denemelerinin kendisi mi, yoksa Kim Jong-un rejiminin ABD’nin eline koz verdiğini düşünmesi mi, orası çok kesin değil.

Dolayısıyla Tillerson’ın temasları nispeten olumlu geçmiş olsa bile, THAAD krizinin de gösterdiği üzere, Çin ile ABD arasındaki tüm pürüzler giderilmiş değil.

ABD’nin yeni başkanı tüm bu konuları Çin’in bir numaralı ismi Xi Jinping ile yüzyüze konuşma imkanını nasılsa kısa süre içinde bulacak. Xi, Nisan ayı başında ABD Başkanı’nın Florida’daki (Trump’ın Güney Beyaz Saray diye adlandırdığı) malikanesini ziyaret edecek. Bu ziyaret o kadar önemli ki Dışişleri Bakanı Tillerson, 5-6 Nisan tarihlerinde yapılacak NATO Dışişleri Bakanları zirvesine katılmaktan bile vazgeçti. Tillerson, Çin Devlet Başkanı’nı Trump ile birlikte ağırladıktan hemen sonra da Putin’le görüşmek üzere Rusya’ya gidecek.

Trump yönetiminin NATO’ya verdiği (ya da daha doğrusu vermediği) önemi böylelikle tüm dünya bir kez daha görmüş de oldu. Fakat kimsenin Çin’e önem vermeme lüksü yok.

Ekran Resmi 2017-03-19 22.58.01

 

Afganistan’da Yeni Perde: Rusya-Taliban Yakınlaşması

 

ekran-resmi-2017-03-05-19-56-53

Afganistan neredeyse 40 yıldır aralıksız savaşlara sahne olan bir ülke. 1979’da başlayan Sovyet işgalinden bu yana bu ülkenin bir türlü dikiş tutmadığını ve Asya kıtasının ortasında neredeyse bir kara deliğe dönüştüğünü herhalde bilmeyen yok. Oysa Afganistan’ın istikrarı, küresel dengeler için de hayati önem taşıyor.

Uluslararası gündemin yoğunluğundan şu sıralar kendine pek yer bulamasa da, Afganistan’daki karmaşa devam ediyor. 11 Eylül 2001 saldırılarının hemen ardından ABD’nin başını çektiği bir NATO operasyonuyla Afganistan’ın işgal edildiği, Taliban’ın yönetimden uzaklaştırıldığı ve ülkede “Batı” yanlısı bir hükümetin oluşturulduğu hatırlardadır. Ancak Taliban’ın devrilmiş olsa da yok edilemediği de bir gerçek.

Üstelik ABD askerlerini 2011’den bu yana ülkeden çekmeye başlayınca Taliban’ın yeniden güç kazandığı da biliniyor. Gerçi NATO operasyonunun en yoğun biçimde devam ettiği yıllarda bile ittifakın yetkilileri ülkedeki durumu şöyle özetlerdi: “NATO birlikleri daima küçük kalan bir battaniye gibi. Battaniyeyi sağa serince Taliban solda beliriyor; battaniyeyi sola kaydırdığımızda ise sağda…”

Üstelik şimdilerde Taliban kendine yeni dostlar ediniyor gibi.

Bir zamanlar Taliban karşıtı olan “Kuzey İttifakı”nı açıkça desteklemiş olan Rusya, son zamanlarda bu grupla yakınlaşma belirtileri gösteriyor. Bu konuda Çin ve Pakistan’ın ön ayak olduğunu söylemek gerek. Ufak bir hatırlatma yapmak gerekirse, 1996-2001 arasında ülkenin önemli bir bölümüne hakim olan Taliban hükümetini tanıyan nadir ülkelerden biri Pakistan, diğer ise Çin olmuştu. Çin ile Pakistan’ın yakınlığı ise zaten Soğuk Savaş dönemine dayanıyor. Çin yönetimi şimdi bir yandan Taliban temsilcilerini Pekin’de kabul ederek görüşüyor, diğer yandan da Kabil hükümetine Taliban ile aralarında arabuluculuk yapmayı teklif ediyor. Çin’in Afganistan’da, özellikle madencilik alanında, önemli yatırımları bulunduğunu da bu fotoğrafa eklemek gerekiyor.

Kabil’deki ABD destekli hükümetle mücadelesine devam eden Taliban’ın arayıp da bulamayacağı bir destek demek bu.

Aslında tüm bu denklemde en şaşırtıcı olan Rusya’nın Taliban konusunda 180 derece fikir değiştirmiş olması. Moskova’nın uzun dönem uzak durduğu bu oyuncuyu şimdi potansiyel bir müttefik olarak görmesi, elbette Balkanlardan başlayıp kuzey hattında Ukrayna ve Kafkasya’dan, güney hattında ise Suriye’den geçen jeopolitik paylaşım mücadelesinin bir cilvesi. Kremlin’in son zamanlarda ABD’yi zora düşürecek hiçbir fırsatı kaçırmadığı ortada. Hatta Kabil hükümetiyle varmak üzere olduğu bir anlaşmayı sabote etmek amacıyla Gülbettin Hikmetyar’ın BM yaptırım listesinden çıkarılmasına engel olan ülke de yakın zamanda Rusya oldu.

Rusya öte taraftan Pakistan ile de yakınlaşmasına hız verdi. Örneğin 2016 sonbaharında tarihte ilk kez Rusya ve Pakistan silahlı kuvvetli ortak bir ikili tatbikat gerçekleştirdiler. Rusya bir yandan bu ülkeye yönelik silah satışını arttırırken, diğer taraftan Pakistan’a bir doğalgaz boru hattı projesi için 2 milyar dolarlık yardım sözü de vermiş durumda.

27 Aralık 2016‘da da Rusya, Pakistan ve Çin, Moskova’da yaptıkları ortak bir toplantının sonuç bildirisinde uluslararası kamuoyunu “Taliban’a karşı biraz daha esnek” olmaya davet ettiler ve bazı Taliban yöneticilerinin BM yaptırım listesinden çıkartılmalarını talep ettiler.

Rusya’nın Pakistan’la yakınlaşması ve “Taliban açılımı”, ABD’nin yeni yönetimi tarafından ne kadar yakından takip ediliyor bilinmez ama, bölgenin bir diğer nükleer gücü olan Hindistan’ın bu gelişmelerden bir hayli rahatsız olduğu hissediliyor. Ne de olsa Yeni Delhi yönetimi son yıllarda Kabil hükümetinin en büyük destekçilerinden biri haline geldi; bölgede dolaylı da olsa Pakistan’ın güçlenmesinden hoşlanmayacağı da açık.

Adriyatik’ten Hint Okyanusu’na uzanan hatta taşların yerine oturması daha uzun yıllar alacak gibi. Eğer bir gün oturursa tabii.

ekran-resmi-2017-03-05-19-59-00
Şaka değil: 2000’lerin başında Afganistan’daki durumu “özetleyen” şema buydu; vaziyet bugün daha az karmaşık değil. 

 

 

 

 

 

 

 

 

Özbekistan’da Yeni Dönem

Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov 78 yaşında hayata veda etti. Ülkenin bundan böyle izleyeceği rota geniş bir coğrafya için önem taşıyor.

Ekran Resmi 2016-08-30 15.26.51

Yirmi altı yıldır Özbekistan‘ın kaderine hükmeden İslam Kerimov, 78 yaşında vefat etti. Bu durum Özbekistan için büyük bir değişiklik anlamına geliyor; zira Kerimov pek çok açıdan Özbek devletinin ta kendisiydi. Kerimov’un ölümü, tüm bölgenin istikrarını etkileyebilecek bir geçiş sürecinin başladığı anlamına geliyor.

Sorun şu ki, kapalı rejimle yönetilen 31 milyon nüfuslu bu ülkede ipleri kimin ele alacağını ve nasıl bir geçiş süreci yaşanacağını tahmin etmek kolay değil. Yabancı gözlemciler için Özbekistan büyük ölçüde kapalı bir kutu. Kerimov’un aslında günler önce öldüğü, ancak bu haberin gizlendiğine dair söylentiler bile bu açıdan iyi bir gösterge.

Bağımsız Özbekistan’ın ilk (ve şimdiye kadarki tek) cumhurbaşkanı Kerimov’un ölümü, Özbekistan için bir dönüm noktası anlamına geliyor. Aslında Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerinde siyasal yaşam, SSCB’nin yıkıldığı 1991’den beri adeta donmuş durumda. Mesela Kazakistan, Nursultan Nazarbayev’den başka cumhurbaşkanı  görmedi; Tacikistan devlet başkanı İmamali Rahman da 1992’den beri görevde. Türkmenistan‘ın egzantrik lideri Saparmurat Niyazov-Türkmenbaşı 2006’daki ani ölümüne kadar iktidardaydı, sonra yerine dişçisi (ve eski sağlık bakanı) Kurbankulu Berdimuhammedov geçti ve onun kurduğu sistemi büyük ölçüde devam ettirdi. Siyaseten bölgenin en hareketli ülkesi Kırgızistan denebilir, zira 1991’den beri dört cumhurbaşkanı gördü.

Yetimhanede büyüyen ve tam bir Sovyet bürokratı olarak yetişen İslam Kerimov, Özbekistan’ın başına daha SSCB yıkılmadan geçmişti. 1989 yılında Özbekistan Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri olan Kerimov, 1990’da da Özbekistan’ın devlet başkanı oldu. Ülkenin bağımsızlığına kavuşmasından sonra da makamını korudu ve şimdiye kadar yapılan tüm cumhurbaşkanlığı seçimlerini yüzde 90’lı oylarla kazandı.

Freedom House, Özbekistan’daki siyasal özgürlük düzeyini “kötüler arasında en kötülerinden biri” diye tanımlıyor. KGB‘den miras istihbarat mekanizmalarını kullanarak ülkedeki her türlü muhalefeti susturan Kerimov, 2005’teki Andican olaylarında da görüldüğü gibi, protesto gösterilerini bastırmak için kan dökmekten çekinmeyen bir liderdi.

1999’da radikal islamcı örgütlerin düzenlediği bombalı saldırılarla sarsılan Özbekistan‘da kendisi de bir suikastten kurtulan Kerimov, tüm İslamcı örgüt ve hareketleri baş düşmanı ilan etmişti. Afganistan‘a bitişik Fergana Vadisi’nde bir hayli etkin olan bu örgütler, Taşkent yönetimi için daimî bir başağrısı olmaya devam ediyor. Şanghay İşbirliği Örgütü‘nün kurucu üyelerinden Özbekistan‘ın, bu teşkilatın Anti-Terör Ajansı‘na ev sahipliği yapması boşuna değil.

Ekran Resmi 2016-08-30 15.20.56
İslam Kerimov’un defnedileceği Semerkant şehri, Timur döneminden kalma tarihi eserleriyle tanınıyor

11 Eylül 2001 terör saldırıları bu açıdan İslam Kerimov‘un elini bir hayli rahatlatmıştı. ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin Taliban ve el-Kaide’ye karşı giriştiği Afganistan operasyonuna tam destek veren Kerimov, ülkesinde ABD üslerinin kurulmasını da kabul ederek, bu dönemde Washington’un stratejik ortaklarından biri haline geldi.

Ancak Kerimov‘un ülkedeki her türlü muhalefeti radikal İslamcı terörle özdeşleştirmesi ve özellikle de 2005’te Andican‘da yaşananlar Batı dünyası tarafından sert eleştirilere uğradı. Bunun üzerine Özbekistan yeniden Rusya’yla yakınlaşmaya yöneldi; 2005 sonlarında da ülkedeki Amerikan üsleri kapatıldı.

ABD ve (2005-2009 arası ülkeye silah ambargosu uygulayan) Avrupa Birliği, bu baskıların  Özbekistan’ı Rusya‘ya yapıştırmaktan başka bir işe yaramadığını gördüler ve zamanla bu ülkeye yönelik tavırlarını yumuşattılar. Buna karşılık Özbekistan da Afganistan operasyonuna destek vermeye devam etti. Afganistan’daki istikrarsızlığın Özbekistan için doğrudan tehdit oluşturmasının etkisini de bu çerçevede elbette yabana atmamalı.

Özbekistan’ın zaman zaman Rusya’yı Çin ile dengelemeye çalıştığı da gözlemleniyor. Örneğin 2012’de Taşkent, Rusya’nın başını çektiği Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO) üyeliğinden ayrıldı; ülkenin stratejik yatırımlarından biri olan ve Fergana Vadisi’ni de kapsayan demiryollarının inşasını ise Çin‘e emanet etti.

Ekran Resmi 2016-08-30 15.25.14
Özbekistan dünyanın dördüncü büyük altın madeni rezervlerine sahip

Tacikistan ve Kırgızistan‘ın elektriğini sağlayan Özbekistan, son yıllarda elektrik dağıtım şebekesini Afganistan ve Pakistan‘a kadar uzatarak bölgesel ağırlığını arttırma arayışına da girdi. Ancak insan hakları ihlalleri de tamamen gündemden düşmüş değil. Bir çok uluslararası tekstil firması, dünyanın altıncı büyük pamuk üreticisi olan Özbekistan’ın pamuğunu boykot etmeye devam ediyor.

Yakın zamanda İslam Kerimov’un canını en çok sıkan kişi ise, muhtemelen büyük kızı Gülnara oldu. Akademisyen, diplomat, işkadını, pop yıldızı ve moda tasarımcısı olan Gülnara Kerimova hakkında İsviçre‘de açılan para aklama ve yolsuzluk davaları devam ediyor. Kerimov, kendisini zor duruma düşüren kızını 2014’ten beri ev hapsinde tutuyordu. Özbekistan’ın dünyada yolsuzluğun en yaygın olduğu ülkelerden biri olduğunu da hatırlatalım.

Kerimov’un diğer kızı Lola ise Özbekistan’ın UNESCO nezdinde büyükelçisi. Sağlık durumu hep bir sır olarak saklanmış babasının hastaneye kaldırıldığını geçen hafta facebook hesabından duyuran da o olmuştu.

İslam Kerimov, 1990’ların başında “O’zbekiston – Kelajagi Buyuk Davlat ! / Özbekistan – Geleceği Büyük Devlet !” sloganını ortaya atmıştı. Bu geleceğin nasıl şekilleneceğini tüm bölge ülkeleri yanında küresel güçler de dikkatle izleyecek.

Özbekistan’da bir devir kapanırken, Asya kıtasının tam kalbinde yeni bir istikrarsızlık adası oluşmasını herhalde hiç kimse arzulamıyordur.

Ekran Resmi 2016-08-30 15.26.29.png
İslam Abduğanıyeviç Kerimov (1938-2016)

Ekran Resmi 2016-08-31 15.58.11

Daha Libya Var

Libya’da yoğunlaşan çatışmalar, IŞİD’i bu ülkede de zor duruma düşürdü. Örgütün Afrika’da bundan sonra yapacakları ise hem kıtanın kendisi hem de Avrupa için önemli bir tehdit oluşturacak.

 

Ekran Resmi 2016-08-27 20.04.16
“Arap Baharı”ndan bu yana Libya’da taşlar yerine oturmadı

Şu sıra dikkatler (anlaşılır sebeplerle) Suriye üzerinde yoğunlaşmış durumda ama, IŞİD ile mücadelenin tek cephesi Suriye-Irak hattında cereyan etmiyor. Cenevre’de Rusya ve ABD Dışişleri Bakanları Ortadoğu cephesini görüşedursun, Libya‘da da IŞİD‘le ilgili önemli gelişmeler var.

Bu gelişmeler Avrupa Birliği’nin geleceğini de yakından ilgilendiriyor.

2011’de Muammer Kaddafi‘nin devrilmesinden bu yana Libya’da taşların bir türlü yerine oturmadığı biliniyor. Ülkenin bir bütün olarak mı kalacağı, onu kimin yöneteceği; yok eğer birkaç parçaya ayrılacaksa her bir parçayı kimin kontrol edeceği bir türlü kesinlik kazanmadı. Petrol yataklarıyla dolu bu ülkede süren kaos, bu tür ortamlardan yararlanmayı iyi bilen IŞİD‘in Libya’da hızla kök salmasını da sağladı.

Şu an Libya‘da tam olarak kaç IŞİD militanı olduğunu tespit etmek mümkün değil; ama yaklaşık 5 bin silahlı adamdan söz ediliyor. Bu teröristlerin büyük bir kısmı ülkeye dışarıdan gelen savaşçılardan değil, farklı yerel örgütler bünyesinde çarpışırken IŞİD‘e biat etmiş insanlardan oluşuyor.

Ancak örgüt şu sıralar zorda. Haziran 2015’te Sirte şehrine tamamen hakim olan IŞİD, şimdi burayı elinde tutmakta zorlanıyor. IŞİD’i Sirte’den söküp atmaya çalışanlar ise, ABD’nin hava gücü desteğini de arkalarına almış olan Trablus merkezli Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti‘ne bağlı güçler. Sirte‘yi ele geçirmenin IŞİD‘e her şeyden önce büyük bir moral darbe vuracağını bilen hükümet, bir an önce bu şehri kontrolü altına almaya çalışıyor.

Kaddafi’nin doğum yeri olan Sirte, Libya’nın petrol zengini bölgelerine yakın ve Akdeniz sahillerinde Bingazi ve Trablus‘un hemen hemen ortasında. Şehirdeki kamu binalarını kendi üssüne çeviren IŞİD, yerel radyo istasyonunu da kendi propagandası için kullanmakla meşgul.

Eğer Sirte‘yi kaybederse, ki kısa süre içinde öyle olacak gibi, IŞİD Libya’daki en önemli üssünü kaybetmiş olacak. Ancak örgüt, ülkenin ikinci büyük şehri Bingazi içinde birkaç mahalleyi, ayrıca ülkenin batı kesiminde küçük cepler halinde bir kısım araziyi elinde tutmaya devam ediyor. Dolayısıyla örgütün bundan sonra Bingazi, Trablus gibi şehirlerde ya da (genellikle Avrupalı şirketlerin işlettiği) petrol sahalarında terör eylemlerine girişmeyeceğinin bir garantisi yok.

Eğer sahil kesiminden sökülüp atılabilirlerse, çatışmalardan arta kalan IŞİD militanlarının komşu ülkeler CezayirTunus ve Mısır‘a; Libya‘nın güneyindeki çöllere; hatta daha da güneye, yani Çad ve Nijer üzerinden Sahraaltı Afrika‘ya yönelmeleri mümkün. Afrika’nın orta ve batı kesimlerinde etkisini giderek arttıran radikal İslamcı örgütlerle IŞİD zaten işbirliğine girmiş durumda. Örneğin bir başka petrol ülkesi olan Nijerya‘daki Boko Haram örgütüyle ilişkileri bir sır değil.

Mali‘de, tam da bu örgütlerde mücadele edebilmek için asker bulunduran Fransa‘yı gayet tedirgin edecek bir durum.

Libya uzun süredir Sahraaltı Afrika’dan Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mülteci ve yasadışı göçmenlerin de kullandığı bir güzergah. Dolayısıyla bu ülkenin istikrara kavuşması, Avrupa için öncelikli. Hatta Libya‘da olup bitenlerin Avrupa için Suriye ve Irak‘taki istikrarsızlıktan çok daha “yakın tehdit” olduğu bile söylenebilir. Konu tabii ki sadece mülteciler değil, aynı güzergahı kullanıp Akdeniz‘in kuzey sahillerine ulaşabilecek teröristler.

Avrupa’daki aşırı sağ akımlar mülteci karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını kaşımak için sürekli olarak terör tehdidini ön plana çıkartıyor. Dolayısıyla Libya‘nın istikrara kavuşup öngörülebilir bir ülke haline gelmesi ve genel olarak radikal İslamcı terör tehdidinin azaltılması Avrupa’nın demokrasileri için de önemli.

Suriye ve Irak‘ta giderek zor duruma düşen ve uluslararası koalisyonun baskısı altında etki alanı daraltılan IŞİD‘in en azından Libya‘yı elinde tutmak için uğraşacağı, bunu yapamazsa, bir taraftan kuzeye doğru (hem kıtada zaten bulunan militanlarını ve göndereceği yeni eylemcileri kullanarak) Avrupa’yı daha fazla tehdit edeceği; diğer yandan da güneyde, Sahraaltı Afrika’da, yeni etki alanları arayacağı tahmin edilebilir.

Etkisini Afrika kıtasında giderek arttıran ve coğrafi olarak da yayılan IŞİD’in Çin’i ne derece rahatsız edeceği ise başka bir  yazının konusu.

Her durumda, ABD ve Rusya Ortadoğu’yu kendi aralarında anlaşıp düzenlemeye girişmişken, Avrupa’nın derdi başını aşacak gibi.

Ekran Resmi 2016-08-27 20.03.00

Çin Ordusu Afrika’ya Yerleşiyor

Uluslararası sistemde yeni ittifak zincirleri kurulur, var olan ittifaklar da bozulur ya da dönüşüm geçirirken, Çin’in ağırlığını kimden yana kullanacağı büyük önem taşıyor.

Bu ülkenin (özellikle ekonomik araçları kullanarak) küresel düzeyde etkinliğini arttırdığı; askeri yöntemleri ise daha ziyade yakın coğrafyası olan Doğu Asya’ya sakladığı biliniyor.

Çin’in askeri kapasitesini küresel ölçekte kullanma imkânı ise, örneğin ABD’yle karşılaştırıldığında bir hayli sınırlı. Çin henüz dünyanın dört bir yanına dağılmış gelişkin bir askeri üs ağına sahip ABD ile boy ölçüşecek durumda değil.

Ancak Pekin yönetimi bu konuda bir şeyler yapmanın zamanı geldi diye düşünmüş olmalı ki, Cibuti’de bir askeri üs kurmak için Aralık ayı başında bu ülkeyle bir antlaşma imzaladı. Afrika’nın doğu sahillerindeki bu küçük ama stratejik önemi büyük ülkedeki üs, 2017 yılında faaliyete geçecek.

Cibuti, Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na bağlandığı noktada ve Yemen’in tam karşı kıyısında, yani son derece stratejik bir coğrafyada bulunuyor. Söz konusu bölgenin dünya deniz ticareti için yaşamsal önemde olduğunu herhalde hatırlatmaya gerek yok. Cibuti’nin stratejik önemini tek fark eden de zaten Çinliler değil: 23 bin km2’lik, 800 bin nüfuslu ve tek parti rejimiyle yönetilen bu ülkede hâlihazırda Fransa, İtalya ve ABD’nin de birer askeri üssü bulunuyor.

Cibuti’nin insan hakları ve demokrasiden nasibini pek almamış yöneticileri, iktidara tutunmanın en sağlam yolu olarak sistemin büyük güçleriyle iyi geçinmeyi temel diplomatik çizgi olarak benimsemiş durumdalar. Dolayısıyla Çin’in üs kurma talebini de büyük bir hevesle kabul etmişler. Cibuti’deki diğer üs sahibi ülkeler de, “madem Çin ordusu geliyor, bari gözümüzün önünde olsun,” diye düşünmüş olabilirler.

Peki Çin neden Afrika’da askeri olarak var olma ihtiyacı duyuyor? Gerçi kıtada 3000 kadar Çin askeri mevcut, ama bunların hepsi BM Barış Gücü bünyesinde görev yapan birlikler, dolayısıyla Cibuti’de farklı bir durum söz konusu. Pekin’in resmi gerekçesi, Aden Körfezi’ndeki korsanlıkla ve bölgedeki terörle mücadele, ayrıca insani yardım operasyonlarına katkıda bulunma. Cibuti, Çin’in önemli yatırımlarının bulunduğu Etiyopya ve Güney Sudan’a bir giriş kapısı olarak da değerlendiriliyor. Bunların dışında, kıtada yaşayan 1 milyon Çin vatandaşına güvence sağlama ihtiyacı da dile getiriliyor. Zira Afrika’daki radikal İslamcı saldırılarda hayatını kaybeden Çinlilerin sayısı giderek artıyor.

Çin’in yabancı ülkelerde birkaç askeri üssü zaten bulunuyordu, ama şimdiye kadar bunların hepsi Asya’daydı. Asya kıtasını güneyden kuşatan bu üs sistemi, “Çin’in inci kolyesi” olarak adlandırılıyor. En önemlileri Birmanya, Bangladeş ve Pakistan’da bulunan bu üslerdeki faaliyetler, özellikle Hindistan tarafından tedirginlikle takip ediliyor. Hintli devlet adamları, “Çin tarafından çevrelenmekte oldukları” yönündeki endişelerini sık sık dile getiriyorlar.

Şimdi Çin, Afrika’daki bu üssüyle kolyesine bir inci tanesi daha eklemiş ve ilk defa Asya kıtası dışındaki bir toprağa kalıcı olarak asker yerleştirmiş oluyor.

Ortadoğu üzerinden yeni küresel dengeler şekillenirken, Çin’in Ortadoğu’nun bu kadar yakınına askeri olarak yerleşmesini herhalde tüm büyük güçler dikkatle takip ediyordur. Çin’in Suriye kriziyle ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi’nde iki kez veto hakkını kullandığı ve böylelikle olayların gidişatını belirli ölçülerde etkilediği de hatırlardadır.

Uluslararası sistemde yeni bir oyun kurgulanırken, Çin esaslı bir rol oynamaya kararlı görünüyor.

(20 Aralık 2015)

Cibuti Kızıldeniz’i kontrol eden stratejik bir konuma sahip