Elliyi aşkın devlet ve hükümet başkanı Nükleer Güvenlik Zirvesi için geçen hafta Washington’da biraraya geldi. Zirvenin en önemli gündem maddesi, terör örgütlerinin nükleer silah ya da radyoaktif madde ele geçirmelerinin nasıl engelleneceği oldu.
Bu konu şu sıralar özellikle gündemde, zira 22 Mart Brüksel saldırılarının ardından yapılan ev aramalarında, teröristlerin Belçika’daki nükleer santrallere dair de bilgi topladıkları tespit edildi. Geçtiğimiz günlerde yine Belçika’da bir nükleer santralin güvenlik memuru evinde ölü bulundu ve bu kişinin santrale giriş kartının çalındığı ortaya çıktı.
Yetkililer bu cinayetin bir terör eylemi olduğuna dair gösterge yok deseler de, manzara endişe verici. Üstelik daha önce nükleer santrallerde çalışmış iki Belçika vatandaşının savaşmak üzere Suriye’ye gittiği de tespit edilmiş durumda. Tedbir olarak bundan böyle ülkedeki santrallerin güvenliğini silahsız korumalar değil, askerler sağlayacak.
Terör örgütlerinin nükleer silah ya da radyoaktif madde elde etmeye çalıştıkları bilinmeyen bir durum değil. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 1990’dan bu yana dünya çapında 700 nükleer madde hırsızlığı tespit etmiş. Bu çalıntı maddelerin tam olarak kimin eline geçtiğini tespit etmek imkansız.
El-Kaide’nin bu türden bir çaba içinde olduğu zaten yıllardır iddia ediliyor. Sarin gazı kullandığı eylemlerle adını duyuran Japonya’daki Aum tarikatının ya da IŞİD’in bu yönteme başvurma ihtimali de yabana atılır cinsten değil.
Uzmanlar, nükleer bir terör saldırısının üç farklı şekilde gerçekleştirilebileceğini dile getiriyor. Bunlardan birincisi, bir nükleer santralin bilgisayar sistemlerinin hack’lenerek kazaya sebep olunması.
İkinci yol, geleneksel patlayıcılar sayesinde radyoaktif atıkları serpiştirme mantığına dayanan “kirli bomba”lar kullanılması. Görece basit bir teknolojiyle bu tür bombaları üretmek mümkün. 2014 yılı sonlarında Britanya vatandaşı bir IŞİD militanı, örgütün kirli bombalara sahip olduğunu, ama nerede kullanacağına henüz karar veremediğini sosyal medya üzerinden açıklamıştı.
Üçüncü yol ise mevcut nükleer silahların çalınarak ya da sızdırılarak terör örgütlerinin eline geçmesi. Bu bağlamda dikkatler özellikle Pakistan ve Kuzey Kore üzerinde toplanıyor.
Bu arada Kuzey Kore’nin bizzat bu tür silahları kullanma riski de ciddiye alınıyor. Nitekim Başkan Obama zirve sürerken, Çin, Güney Kore ve Japonya liderleriyle, yaklaşık bir ay önce yeni bir füze denemesi yapmış olan Kuzey Kore konusunu görüşmek amacıyla ayrıca biraraya geldi.
Zirvede nükleer madde kaçakçılığının engellenmesi ve etkin denetim mekanizmalarının oluşturulması gibi öneriler tartışıldı. Bu kapsamda, sadece askeri tesislerin ya da nükleer santrallerin değil, radyoaktif atık bulundurabilecek hastanelerin de korunması gerektiği vurgulandı.
Ancak her ülke bu konularda yeterli ilerleme kaydetmiş değil. Nükleer Tehdit İnisiyatifi Endeksi’ne göre, Avustralya, İsviçre ve Kanada güvenlik tedbirleri en sağlam ülkeler sayılırken, örneğin İtalya ya da Arjantin’in çok daha gevşek davrandığı ortaya çıkıyor. Bu tür tesislerin güvenliğinin arttırılması için büyük güçlerin diğer ülkelere yardımcı olması da öngörülüyor. Ancak Rusya ve İran başta olmak üzere pek çok ülkenin zirveye katılmaması, alınacak kararların uygulanabilirliği üzerinde kuşkular yaratıyor.
Nükleer bir terör saldırısının ne kadar büyük bir siyasal, ekonomik, sosyal, psikolojik ve çevresel yıkıma yol açacağı düşünülürse, tam bir kabus senaryosundan söz edildiği ortada. Umalım ki bu tehdit, sadece varsayım düzeyinde kalsın.
(3 Nisan 2016)