Bundan 200 yıl önce, 18 Haziran 1815 günü, Avrupalı devletlerden oluşan ve Britanya’nın başını çektiği askeri bir koalisyon, Napoléon Bonaparte komutasındaki Fransız ordusunu Waterloo’da yenilgiye uğrattı. Bu muharebe dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı anlamına geliyor. Yenilginin ardından İmparator Napoléon, ölümüne kadar tutulacağı Saint-Hélène adasına sürgüne gönderildi; 1789 Fransız Devrimi’yle yönetimden uzaklaştırılmış olan Bourbon hanedanı yeniden Fransa’nın başına geçti ve Avrupa kıtasında “Viyana Düzeni” olarak adlandırılan güçler dengesi sistemi kuruldu. Pek çok tarihçi için 19. yüzyıl gerçek anlamıyla Waterloo Savaşı’yla, yani 1815’te başladı ve Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914’e kadar devam etti.
Günümüzde Belçika sınırları içinde yer alan Waterloo’daki yenilgi Fransa’nın Avrupa kıtası üzerindeki hegemonya hayallerini sona erdirdiği için midir bilinmez, bu savaşın 200. yılını anma fikrine Fransa oldukça soğuk yaklaştı. Yıldönümlerini ve anma törenlerini genellikle kaçırmayan Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande Waterloo’da düzenlenen 200. yıl törenlerine katılmadığı gibi, Fransız hükümeti de buraya hiçbir üst düzey temsilci göndermedi. Hatta Belçika’nın savaşın yıldönümü anısına hatıra para basmasının bile Fransa’nın tepkisini çektiği Avrupa basınında yazılıp çizildi.
Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve Büyük Britanya kraliyet aileleri ve hükümetleri ise törene neredeyse tam kadro iştirak ettiler. Tabii ki bu ülkelerin temsilcileri bir askeri zaferi değil, kendi aralarındaki ittifakı, halklarının özgürlüğüne kavuşmasını, 1815’te başlayan ve on yıllar boyunca süren Avrupa’daki barış dönemini kutladıklarını dile getirdiler ve Fransa’nın mağlubiyeti üzerinde pek durmadılar. Olayın bu boyutu genellikle ihmal edilse bile, bir taraftan da 1815 tarihi Fransa ile Büyük Britanya arasındaki 200 yıllık bir barış döneminin başlangıcını ifade ediyor. Aralarındaki rekabet devam etse de, iki ülke bu tarihten itibaren Avrupa kıtasında doğrudan hiç çatışmaya girmedi, hatta sık sık ortak düşmanlara karşı omuz omuza savaştı. İki ülkenin işbirliği, kıta Avrupası’nda özellikle Almanya’nın zaman zaman nükseden hırslarını dizginlemekte son derece başarılı oldu.
Fransa’nın bu tarihi işbirliğini Londra’ya bolca hatırlatması gereken bir döneme giriyoruz. Son genel seçimler için yürütülen kampanya sırasında Muhafazakar Partili Başbakan David Cameron, Britanya’nın Avrupa Birliği’nde kalıp kalmayacağına dair bir referandumun 2017 sonuna kadar düzenleneceği sözünü vermişti. Seçimlerin ardından Lordlar Kamarası’nda geleneksel parlamento açılış konuşmasını yapan Kraliçe II. Elizabeth de bu referandumu gündeme getirdi ve böylelikle bu oylamadan vazgeçme ihtimali olmadığını dünya aleme duyurmuş oldu. Elbette bu referandumdan evet oyları çoğunlukta çıksa bile, Birleşik Krallık’ın AB’den çıkması bugünden yarına gerçekleşebilecek bir durum değil. AB’nin işleyişini düzenleyen temel metin konumundaki Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesi üyelikten ayrılma hakkını tüm AB ülkelerine tanıyor. Ancak bunun için uzun ve karmaşık bir prosedür de öngörüyor.
Muhtemelen bu referandum süreci de, referandumdan sonrası da Avrupa Birliği için zorlu bir süreç olacak. Birleşik Krallık, AB’den ayrılma tehdidi karşılığı ne tür taleplerde bulunacak, bunların ne kadarını elde edecek, AB’nin diğer üyeleri Londra’nın restini ne derece görecek, bunların hepsi önümüzdeki iki yıl içinde ortaya çıkacak.
Kesin olan şu ki, Waterloo’dan 200 yıl sonra Avrupa kıtasının kaderini gene Büyük Britanya belirleyecek.
(21 Haziran 2015)