Pakistan ve Pakistanlaşma

Pakistan uzun yıllardır terörizmin kasıp kavurduğu bir ülke. Benazir Bhutto suikastinde olduğu gibi tanınmış şahsiyetlere yönelik saldırılar, gündelik hayat içindeki sıradan kalabalıklara karşı gerçekleştirilen eylemler, Hıristiyan ya da Şii azınlığın kilise ve camilerinin bombalanması, subay çocuklarının okuduğu liselere düzenlenen saldırılar derken, dünya basınında Pakistan’dan neredeyse sadece terör olayları vesilesiyle söz ediliyor.

Gerçi bu saldırılar o kadar sık gerçekleşiyor ve o kadar çok insanın ölümüne yol açıyor ki, dünyanın belli başlı yayın organlarında ancak kayıp sayısı çok yüksekse kendine yer bulabiliyor. Başka bir deyişle, “Pakistan’da olur böyle şeyler” algısı iyice yerleşmiş durumda. Ülke kendi vatandaşlarının güvenliğini sağlamaktan aciz, her türlü terör eyleminin ve örgütünün hedefi olacak kadar da zayıflamış bir görüntü veriyor.

Doğrusu hiçbir zaman Pakistan tam anlamıyla huzurlu bir ülke olmadı. Ancak şu anki terör ortamı büyük ölçüde komşu ülke Afganistan’da sürüp giden kargaşanın bir yan etkisi. Pakistan’da terör, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından NATO’nun giriştiği Afganistan operasyonu ertesinde önüne geçilmez biçimde tırmandı.

2003’te Pakistan’daki terör eylemlerinde ölenlerin sayısı 200 dolayındayken, bu sayı 2009 yılında 12 bin ile zirve yapmış, ancak bu tarihten sonra nispi bir düşüş eğilimine girerek 2015 yılında 3 bin 800 olmuş. Ölenlerin ezici çoğunluğu sivil ve son on beş yılda terör yüzünden hayatını kaybedenlerin sayısı toplam 40 bini geçmiş durumda.

Elbette kuru istatistikî verilere takılmayıp her bir rakamın bir insan hayatı anlamına geldiği de unutulmamalı.

Pakistan’ın terör sarmalına sürüklenerek Asya’nın en istikrarsız ülkelerinden biri haline gelmesi, Afganistan’daki iç savaşın Pakistan’a sıçraması ile izah ediliyor. Bu sıçramaya sebep olan koşulları, Pakistan’ın iç siyasal dinamiklerinde ve sosyo-ekonomik yapısında aramak mümkün. Dış politikada yapılan hatalı tercihlerin ve bu tercihlerde ısrar etmiş olmanın da bugün gelinen noktaya büyük ölçüde katkıda bulunduğunu söylemek lazım.

1977’de bir darbeyle yönetime gelen Ziya ül-Hak’ın başını çektiği muhafazakârlaşma süreci; 1980’lerde Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı mücadele eden mücahitlere verilen destek; Pakistan istihbarat servisi ISI’nin karıştırdığı tekinsiz işler bilinmeyen konular değil. Afganistan’daki radikal İslamcı gruplar ile Pakistan “derin devleti” arasındaki bağların bir bumerang gibi 2001 ertesinde ülkeyi vurduğu ve Afganistan-Pakistan sınırının her iki tarafında yaşayan Peştu aşiretlerin geçirgenliği arttırdığı da biliniyor.

Hindistan, İran, Afganistan ve Çin arasındaki stratejik konumuyla, kalabalık nüfusuyla ve hepsinden de öte nükleer silahlarıyla Pakistan, kendi kaderine terk edilecek bir ülke değil. Öyle ya, işler tamamen kontrolden çıkarsa nükleer silahlar kim bilir kimin eline geçer?

Stratejik anlamda kendi kaderine terk edilemeyecek bu ülke, diğer konularda ise bu kadar “şanslı” değil. Turistlerin ya da yabancı yatırımcıların buraya gitmeyi akıllarından bile geçirmediğini herhalde söylemeye gerek yok.

Bu daimî dehşet ortamında ülkenin bir türlü istikrar kazanamaması, resmi kurumlara güven kalmaması, toplumun alabildiğine kutuplaşması, demokratik mekanizmaların zayıflayıp güvenlik bürokrasisinin siyasette ağırlık kazanması, Pakistan’da yaşayanların geleceğe dair son derece ümitsiz olması ve eğitimli gençliğin de kendini bir an önce “Batı”ya atmaya çalışması şaşırtıcı değil. “Pakistanlaşma” işte böyle bir şey.

(20 Mart 2016)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s