Hakkında bardağın boş yarısına mı, dolu yarısına mı bakmalı diye emin olamadığımız bir uluslararası zirve daha sona erdi. Birleşmiş Milletler tarafından İstanbul’da düzenlenen Dünya İnsani Zirvesi’nden söz ediyoruz.
Bu zirve, küresel sorunlara küresel çözümler üretilmesi gereğinin sık sık dile getirildiği bir dönemde toplandı. İklim Zirvesi, Afet Riskinin Azaltılması Konferansı ve Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi gibi buluşmaların bir tamamlayıcısı olarak tasarlanan İnsani Zirve, bu alanda çalışan çok sayıda oyuncuyu bir araya getirdi.
Yardım kuruluşlarının, uluslararası örgütlerin ve siyasi liderlerin bir araya gelerek, yardıma muhtaç topluluklara daha etkin bir şekilde nasıl el uzatılabilir diye kafa yormaları elbette faydalı.
71 yıllık BM tarihinin bu konudaki ilk zirvesinde herhangi bağlayıcı bir antlaşma metni ortaya konulmamış olması ise bu buluşmanın en zayıf yanı oldu. Hatta zirve sonunda kaleme alınan ve “çatışma bölgelerinde uluslararası insancıl hukukun uygulanması” çağrısında bulunan bildiriyi bile katılımcıların üçte ikisi imzalamadı.
Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) örgütünün hazırlık faaliyetlerine aylarca katkıda bulunduktan sonra zirveye katılmaktan son anda vazgeçmesi, zaten zirveye gölge düşürmüştü. MSF, bu buluşmanın aile fotoğrafı çektirmek dışında bir sonuç vermeyeceğini söylemekle kalmamış, zirvenin uluslararası toplumun hatalarını örtmeye yarayan bir “incir yaprağı” rolü oynayacağını da iddia etmişti.
Yine de 175 ülkeden 6 bin katılımcı iki gün boyunca insancıl sorunları tartıştılar. Zirveye 65 devlet ya da hükümet başkanı katıldı, ancak Angela Merkel dışında hiçbir gelişmiş ülkenin üst düzey lideri bunlar arasında yoktu. Yani bu gibi konularda gözlerin özellikle çevrildiği G7 ülkeleri (Almanya hariç) bakan düzeyinde temsil edilmiş oldular. Herhalde bu ülkelerin liderleri, iki gün sonra Japonya’da toplanan G7 zirvesi dolayısıyla çok meşguldüler.
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, kimi ülkelerin ilgisizliğinden yakınanlar arasındaydı. Bu tür eleştirilerin hedefi elbette sadece Batılı ülkeler değil; zira Ortadoğu’nun zengin ülkelerinin de neye ne kadar katkıda bulundukları ortada.
Devlet ya da hükümet başkanı düzeyinde katılım gösteren ülkeler, genellikle yardıma en muhtaç ülkelerdi. Belli ki seslerini duyurmak ümidiyle koşup gelmişlerdi.
Dünya İnsani Zirvesi’nde, yerinden yurdundan edilmiş 60 milyon insan bulunduğu, acil yardıma ihtiyacı olanların da en az 130 milyon kişi olduğu hatırlatıldı.
Altı çizilen noktalardan biri, yardım faaliyetlerine her yıl ayrılan 25 milyar doların yetersizliği oldu; BM en az 15 milyar dolara daha ihtiyaç olduğunu söylüyor. Bu paranın nasıl harcanacağı; uluslararası “büyük” STK’larla küçük ve yerel yardım kuruluşlarının faaliyetlerinin nasıl koordine edileceği; şeffaflığın nasıl sağlanacağı; insancıl faaliyetlerin de bir ekonomik sektöre dönüşüyor olmasının sonuçları yürütülen tartışmalar arasındaydı.
Zirve boyunca, yardımı iletmek ile yardıma ihtiyacı ortadan kaldırmanın çok farklı şeyler olduğu yeterince vurgulandı mı, emin olmak zor.
Zirvenin aslında en büyük başarısı, insancıl yardım konusunu medyanın gündemine sokması oldu. Bununla beraber, verilen sözler somut eylemlerle desteklenmezse, kalıcı bir başarıdan söz etmek mümkün olmayacak.
STK’ların faaliyetleri bir yana, devletlerin giriştiği yardım faaliyetlerinin “insancıl diplomasi” adıyla yeni bir uluslararası siyaset aracı haline geldiğini de bu çerçevede vurgulamak lazım. Ancak devletlerin tamamen insaniyet icabı, yüzde yüz tarafsız ve hiçbir siyasal beklenti olmaksızın hareket ettiğine ikna olmak elbette zor.
Çoğu zaman devletlerin uyguladığı siyasetler nedeniyle yardıma muhtaç hale gelmiş toplulukların, yardım beklerken de farklı bir oyunun piyonlarına dönüşmeleri ise ayrı bir trajedi.
(29 Mayıs 2016)