Bir devletin başka bir devlet nezdindeki en üst düzey temsilcisi olan büyükelçiler ya da genel olarak tüm diplomatlar, tarih boyunca sık sık saldırılara maruz kalmışlardır. Her ne kadar “elçiye zeval olmaz” diye bir söz varsa da, büyükelçilere, başkonsoloslara, konsoloslara, onların maiyetinde çalışan diğer görevlilere ve hatta yakınlarına sık sık zeval olmuştur.
Bu saldırıların hedefi diplomatların şahsından ziyade, onların temsil ettiği devlet ve politikalarıdır. Genellikle terör eylemi kapsamında değerlendirilen bu tür saldırılar, saldırıyı kimin gerçekleştirdiğine göre farklı biçimlerde yorumlanır, saldırganların hangi bağlantılara dayanarak hangi mesajı vermek üzere hareket ettikleri anlaşılmaya çalışılır.
Ülkesinde görevli yabancı diplomatların saldırıya uğraması hemen hiçbir hükümetin arzu edeceği bir gelişme değildir. Bir yandan ülkenin prestiji sarsılır ve diplomatı saldırıya uğrayan ülkeye karşı zor duruma düşülür, diğer taraftan da kendi diplomatlarına yönelik misillemelerden korkulur. Bu açıdan yabancı bir ülkenin diplomatına saldıranlar, aslında bu diplomatın görev yaptığı ülkeyi de hedef almaktadır. Bazı gruplar bu yolla söz konusu yabancı ülkeyle iyi ilişkiler kuran kendi hükümetlerini de “cezalandırdığını” düşünür.
Türkiye bu tür saldırılara yabancı bir ülke değil; hem kendi topraklarında yaşanan, hem de yabancı ülkelerde görevli kendi diplomatlarına yönelik saldırılar dolayısıyla. 1942’de Ankara’da görevli Alman Büyükelçi Von Papen’e yönelik başarısız bombalı saldırı, 1971’de İstanbul’daki İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılarak öldürülmesi, 2003’te İstanbul’daki Büyük Britanya Başkonsolosluğu’na karşı düzenlenen bombalı saldırıda Başkonsolos Roger Short’un ölümü akla ilk gelen örnekler. Yurtdışında görev yapan Türk diplomatları da özellikle 1970’li ve 80’li yıllarda maruz kaldıkları ASALA saldırıları nedeniyle belki de dünyada sistematik olarak en çok hedef alınan diplomatlar haline geldiler.
Diplomatları sık sık saldırıya uğrayan ülkelerden biri de ABD. 1924’te Tahran’daki temsilcisinin linç edilmesinde, 1974’te Lefkoşa’daki Büyükelçisi’nin bir keskin nişancı tarafından vurulmasında ve 2012’de Libya’daki büyükelçisinin öldürülmesinde olduğu gibi, Amerikalı diplomatlar defalarca farklı gruplar tarafından düzenlenen saldırılara kurban gittiler.
Bir ABD Büyükelçisi’nin uğradığı son saldırı ise, bu ülkenin Asya kıtasındaki en yakın müttefiklerinden Güney Kore’de gerçekleşti. ABD’nin Seul Büyükelçisi Mark Lippert katıldığı bir toplantı sırasında, “Kore milliyetçisi” olduğu söylenen bir adamın bıçaklı saldırısına uğradı ve suratından yaralandı. Yakalanan saldırganın diplomatlara yönelik saldırılar konusunda sabıkalı olduğu, örneğin 2010 yılında Seul’deki Japon Büyükelçisi’ne bir beton parçası fırlattığı ortaya çıktı.
Seul yönetimiyle ittifak halindeki ülkelerin temsilcilerini sürekli hedef almasının sebebi ise, saldırganın bu ülkelerin Kore Yarımadası’nın birleşmesine engel olduklarını savunan bir gruba mensup olması. Saldırganın arkasında Kuzey Kore’nin olduğu da iddia ediliyor. Saldırının ABD ve Güney Kore deniz kuvvetlerinin ortaklaşa tatbikat yürüttüğü günlere denk gelmesi bu açıdan elbette bir raslantı değil.
Tabii böyle bir saldırı yüzünden ne Güney Kore, ne de ABD siyasetlerini değiştirecek değil. Bilakis, her iki yönetim de bu saldırıyı dostluklarını tekrar vurgulamak için bir fırsat olarak değerlendirdiler. Ancak Büyükelçi Lippert’e yönelik bıçaklı saldırı Kore Yarımadası’nın nasıl bir saatli bomba olduğunu herkesin yeniden hatırlamasını sağladı.
(8 Mart 2015)