Batı Avrupa’da oylarını her seçimde yükselten aşırı sağ partilerin iktidara gelip gelmeyeceği sık sık tartışılıyor. Son olarak Fransa’daki bölgesel seçimlerde Front National (Ulusal Cephe) Partisi’nin gösterdiği başarı, bu tartışmayı alevlendirdi.
Fransa gibi AB’nin kilit önemdeki bir ülkesinde göçmen karşıtı, yabancı düşmanı, milliyetçi ve aynı zamanda Avrupa Birliği’ne tepkili bir partinin iktidara gelmesi, kuşkusuz önemli bir sarsıntı yaratır. Ama bunun olup olmayacağını görmek için 2017 yılındaki seçimleri beklemek gerekiyor.
Aslında tam da bu niteliklere sahip bazı partiler bir takım AB ülkelerinde zaten iktidarda. Birkaç yıldır Macaristan Başbakanı Viktor Orban kendinden bu bağlamda sık sık bahsettiriyor ve Budapeşte ile Brüksel arasında neredeyse daimi bir kriz ortamı bulunuyor.
Ekim ayından bu yana ise gündemde Polonya var. Bu ülkede iktidara gelen Kanun ve Adalet Partisi (PiS) sık sık “demokrasi ve AB için bir tehdit” olarak tanımlanıyor. Polonya’nın yeni yöneticileri ise kendilerinin “AB karşıtı değil; AB hakkında gerçekçi” olduklarını söylüyor.
Polonya’nın yeni hükümeti, ülkenin muhafazakâr bir anlayışla “yeniden inşa edilmesi” gerektiğini savunuyor. Şimdiden eğitim, medya ve sanat dünyasıyla ilgili düzenlemeler gündemde. Örneğin ülkenin yeni Kültür Bakanı, tiyatroların gösterim programlarına müdahaleleriyle adından söz ettirmeye başladı bile.
Hükümetin kendine yakın yeni yargıçlar atamasını sağlayan, bu sayede de Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlığını zedeleyen bir kanun teklifi getirmesi üzerine Polonya’daki muhalifler sokaklara dökülmüş durumda. Başbakan Beata Szydlo, bu kanun sayesinde hükümetin yapmak istediği reformların Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesinin önüne geçileceğini ifade ediyor.
Polonya’nın demokrasi mücadelesinde müstesna bir yer tutan eski Cumhurbaşkanı Lech Walesa, “galiba yeniden bir demokrasi savaşı başlatma zamanı geldi” diyerek hükümet karşıtı protestolara destek veriyor. Walesa mevcut hükümetin özgürlükler için bir tehdit oluşturduğunu ve düzenlenecek bir erken seçimle bir an önce onlardan kurtulmak gerektiğini söylüyor.
Avrupa Birliği de tartışmaların uzağında değil. Son olarak Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz yeni Polonya hükümetinin “özgürlükleri boğma amacı güden, zamana yayılmış bir darbe yürütmekte olduğunu” söyleyince ipler iyice gerildi. Polonya Hükümeti bu açıklamayı hemen kınadı ve hâlâ resmi bir özür bekliyor.
Zaten yeni hükümet göreve geleli beri AB ile yaşadığı sorunların ardı arkası kesilmiyor. Şu sıralar AB’nin bir numaralı gündem maddesi olan mülteci krizi ile ilgili de Polonya, mali yükü paylaşmaya hazır olduğunu, ancak ülkeye mülteci kabul etmeyeceğini söylediğinde yine bir kriz yaşanmıştı.
AB’nin kendi içinde giderek daha kırılgan ve üyelerine söz geçiremez hale gelmesi, ülkesinde AB konusunda bir referandum düzenleyecek olan Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron’a elinin güçlendiğini hissettirmiş olmalı. Nitekim Cameron, “Brexit” ihtimalini Polonya’nın yeni Başbakanı’yla görüşmek üzere Aralık ayı başında Varşova’yı ziyaret etti. Avrupa Parlamentosu’nda PiS ve Cameron’un Muhafazakâr Parti mensuplarının yan yana oturmalarının da bir hikmeti vardır belki.
Sonuç olarak, Avrupa Birliği üyesi olmak bile otoriter rejimlerin kurulma riskini ortadan kaldırmıyor diye endişelenmek de mümkün; AB demokrasi için sağlam bir güvence, aşırı sağ partiler iktidara gelse dahi durum çok kötüye gidemez diye teselli bulmak da. Bu türden bir tesellisi bile olmayan ülkelerin halkları ne yapsın?
2016’nın en azından umutların yeşerdiği bir yıl olması dileğiyle, iyi seneler.
(27 Aralık 2015)